26 Ağustos 2008 Salı

plastik dünya


Çok gizli bir yer altı örgütünün çok gizli çalışmaları sonucu kan dökülmeden, insanlar ölmeden toplu katliamların nasıl yapılabileceği keşfedildi: normal olma kavramını dikte etmek. Bunun için derhal bir sözlük hazırlandı. Her şeyin bir açıklaması vardı elbet. Üzgün olduğunu düşünüyorsan ü harfini açıp gerekli yeri okuman yeterliydi ya da aşık olduğun, huzursuz hissettiğin, güvende hissettiğinde. Gerekli bileşenler olduğu sürece sonuçlar her zaman tekti. Ne bir eksik ne bir fazla. Aksini iddia etmek sözlüğün bilimselliğine karşı işlenen bir suçtu ve gereken ceza çevrenin yargı sistemine göre sözlü ya da fiziksel olabilirdi. Oldukça basit bir sistem. İnsanların kendi elleriyle yarattığı eserlerle kendi hayatlarını sürekli mahvedebildiği bu dünyada sisteme kolayca uyum sağlayabileceği muhtemeldi. Her eve yollandı sözlükler. Herkes rahatça ulaşabilsin diye. Özel bandrolünün altında "taklitlerinden sakının" yazıyordu, hiçbir çeşitliliğe yer vermemek için. Merakla açıp baktı eline sözlük ulaşanlar. Aynı şeyi yaptığından habersiz binlerce insan aynı anda aynı sayfanın aynı kısmına göz attı "mutluluk". Ve hepsinde aynı şaşkınlık vardı. Mutlulukla ilgili açıklama sayfalarca sürüp gidiyordu. Bu durumdan herkes hoşnuttu. Daha önce hiç düşünmedikleri binlerce mutluluk çeşidi bu garip klavuzumsu kitapta önlerine serilmişti. Ve ilk günden itibaren herkes mutluluk sayfasını açıp ezberlemeye başladı yazılanları. O günden itibaren konuşmaların bir numaralı konusu olacaktı bu. "mutlu olmak için şöyle yapmalı böyle yapmalı" içeren bir sürü cümle. Çok gizli yer altı örgütünün çok gizli çalışanları için bile süpriz olmuştu eserlerinin bu türlü bir başarıya bu kadar çabuk ulaşması. İnsanlar yemi kolay yutmuştu. Sistemin kendi güvenliği için en çok üzerine düşülmüş olan Mutluluk maddesi işe yaramıştı. İnsan olmanın kimyası gereği sürekli mutluluk peşinde olanlara geniş seçenekler sağlayan sözlük sayesinde başka arayışlara fırsat vermemişlerdi. Arada çıkan birkaç isyankarın sorgulama hevesini de toplumun kalan kısmı hemen okunmaktan aşınmış sayfayı açıp yüksek sesle okuyarak bastırmaya çalışıyordu "paran var evin var arkadaşların var...." "her şeyin varken mutsuz hissetmeye hakkın yok hadi somurtmayı kes!".

dünyevi tatta güzel bir günün ardından
herzaman aynı yere koyduğum huzurumu bulamadığımda
oda daha küçük, ışık daha parlak, pencereler korkutucu, dolap tehditkardı
o an her şey mümkündü
ve titremeler, korkudan değil hatta korkusuzca
bedenimin isyanıydı bu
yıllarca zorla yedirmeye çalıştıklarımı kusuyordu
sarsıla sarsıla
ara ara kulağıma çalınan bildik ses rutinsel törenini yapıyordu
beni yatıştırma amaçlı olsa da
"senden kötüleri düşün" kilişelerini bedenim tedavi olarak kabul etmiyordu
isyan çok daha büyüktü
anormal olanın manifestosunu bildirecekken
ikna yollarının tıkalı olduğunu farkeden diğerleri
kalemin duvarlarını yıkıp içeri girdiler
kanallarımı zehirlediler
boğazımdan kayıp giderken beyaz mucizeleri
az zamanımda tekrar ayıldığımda her şeyi hatırlamak için
bildiklerimi beynimin güvenli bir yerine kitlemeye çalıştım
işe yaramayacaktı
yavaş yavaş uyuşurken belleğim
kendimi çoktan oluruna bırakmıştım
eskisi gibi

11 Ağustos 2008 Pazartesi


Hayata anılarla başlamıştık.

Umursamazlık ile hayatlarımızı gereğinden fazla ciddiye alarak yaşamak arasında gidip geldik.

Birbirimize selam vermeden yan yana yürüdük.

Birinci tekil şahıs olmak en son güvencemiz, ilk amacımızdı.

Amaçlarımızdan saptık.

Kimine göre sapıttık.

Saatler ilerledikçe ellerimizdeki titremenin yerini kararsızlık aldı.

Kararsızlıklarla alınmış kararların hayatımıza getireceklerinden
şüpheliydik.

Çoğu zaman kesin sözler söyledik aslında.

Zıtlıkların dikkat çekmediği bir yerde yaşıyorduk.

Gerçeklik, kolumuzdan çekip götürdü bizi.

Hayaller, intihar konusu.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

çünkü yağmur yağıyordu istiklâl'e..

Hatıra dediğimiz olay anlara canlılık veren asıl renklerden ziyade sepyadır biraz. Özellikle filmlerde, eski fotoğraflarda biraz daha böyledir. Hatıralara sahip olan değil de o filmlere, fotoğraflara bakanlardansak eğer, o insancıklar o anları sepya renklerinde yaşamış düşüncesinden öteye götüremeyiz tasavvurlarımızı. Bir de insan dediğimiz olay var.. Günler, aylar, yıllar derken inançları, idealleri ve çocukluğuyla arasına acımasız soğukluklar sokar. Hem de yaşamın farkında olamadığı, stres dolu, tatsız tutsuz anların ruhlarından silip götürdükleri neticesinde. Ve bütün yaşanmışlıklar, bir takım değerlerin değişmesiyle, hatıraları yaşayanlar için de sepyadır nihayetinde…
Şimdi hep beraber birkaç yıl öncesinde, hatıralar arasına nakşettiğimiz karelerde,Ara Cafe’deyiz. Bir arayış içinde, yine aynı bordo kravatlarla, okul firarisi havalarında İstiklal Caddesi’ndeyiz. Hava biraz soğuk sanki. Dersaadet’in yağmur renkleri hakim hala o anlara: mavi, gri, gümüş.. Yağmur altında yürüye yürüye yorulan bacaklarımız, soğuktan çatlayan ellerimiz ve kızaran kulaklarımız açısından bakarsak bu sıcak mekân tam da aradığımız yer. Ara Cafe loş turuncu. Camlardaki vitraylar hala canlı: kıpkırmızı, masmavi. Mobilyaların koyu kahverengisi bile capcanlı ve duvardaki fotoğraflar..
Beş kişi Ara Güler’in oturduğu masanın tam yanındakine dizildik. Ben her zamanki açlığımla, gerçek ve normal birer mideye sahip olan masadaki insanların aksine Türk kahvesiyle yetinemeyip, lezzetli ve hacimli bir tavuk gratenle mekanın tadını çıkardım masada dönen muhabbetlere eşlik ederek. Uzun bir bekleyişten sonra Ara Güler bizi röportaj için beklettiğini hatırladı ve röportajımıza başladık.



Bilge: Bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Ömer: Randevusuz geldik ama…
Ara Güler: Söyleyin bakayım şimdi ne yapacağız?
Ömer: Biz ‘İz’ diye bir dergi çıkarıyoruz.
A.G: Ne ‘İz’ mi ?! Ben koskocaman ‘İz’ diye dergi çıkarıyorum görmedin mi?
Hep bir ağızdan öğrenciler panikle: Bu okul dergisi… Bizden önce de böyleydi yani.
A.G: E sen de çıkarma başka isim koy.
Bilge: Ama biz senelerdir çıkarıyoruz okul dergisi bu yılda bir kere çıkarıyoruz.
A.G: He, tamam o zaman. Okul dergisiyse boş ver, yoksa müşavirim peşine düşerdi.
(Diyerek, yanımızda götürüp röportajın başında masaya serdiğimiz eski yılların ‘İz’lerine göz ucuyla bakıp gülümsedi.)
Ömer: Bu arada derginiz çok süper. Ben alıyorum iki aydır. Türkiye’de yok böyle bir şey. Bu boşluğu doldurdunuz.
Ezgi : (İkbal ve Ömer’i göstererek) Arkadaşlar da fotoğrafçılıkla ilgileniyorlar. Dergimizde fotoğrafçılıkla ilgili bir bölüm hazırlamak istedik. Aklımıza gelen ilk isim siz oldunuz.
A.G: Koy bakayım, et bakayım söyleşini. Ne diyeceğiz?
Bilge: Üniversitede iktisat fakültesinde okumuşsunuz sonra fotoğrafçılığa yönelmişsiniz…
A.G: Heh bana bak Çetin Altan da hukuk fakültesinde okudu ama avukatlık yapmadı. Bir sürü herif var, mimar, kimya mühendisi, elektronik mühendisi… Hiç biri mesleklerini yapmadılar anladın mı?
Ezgi: Peki siz neden fotoğrafçılığı seçtiniz?
A.G: Ben fotoğrafçılığı sonradan seçmedim ki. Ben fotoğrafçıydım zaten lisedeyken de. Fakülteye girerken foto muhabirliği yapıyordum. Muhabirliğe Hayat Mecmuası’nda başladım.
Ömer: Sonra Time’da çalışmaya başlamışsınız galiba?
A.G: Evet. 1956 da Time Mecmuası’ndan teklif geldi. Bu sayede Türkiye bürosunu açtılar. Orada çalışmaya başladım.
Ömer: Magnum ajansında da bulunmuşsunuz.
A.G: Magnum bir bok değildir. Magnum bizim gibi bir takım isim yapmış fotoğrafçıların kurdukları ve kendi malzemelerini dağıttıkları bir şirkettir. Bizim malımızı kendi malı gibi dağıtan bir yerdir.
İkbal: Fotoğrafları paylaşım mekânı gibi bir yer mi?
A.G: He, evet. Patron biziz, bizi kim kovar?
Ömer: Nasıl o kadar ünlü fotoğrafçılarla çalışma fırsatı buldunuz?
A.G: Ben onlardan da ünlüyüm
Afallayan Ömer: Tabi canım siz de ünlüsüz baya.
A.G: Neresi ünlü lan onların?
Ömer: Nasıl bu kadar ünlü oldunuz?
A.G: Niye olmayayım?
Ezgi: Dünyaya açılmanız nasıl oldu? Türkiye’den çıkışınız…
A.G: Hakiki büyük gazetelerle çalıştım. Hürriyet’te çalışsan bir bok olmaz ki, Hürriyet Türkiye’de
çıkan bir gazete. Çalışsana bakayım Life’ta, 11 milyon satıyor. Hehehe, sen ne diyorsun ya?
Bilge: Yurt dışındaki gazetelerle ilk bağlantınız nasıl oldu?
A.G: Ben onları aramadım, benim röportajlarım çıkıyordu bir sürü yerde, onlar beni buldular.
‘Bizim muhabirimiz olur musun ?’ dediler, olurum dedim.
İkbal: Çok ünlü isimlerle çalışmışsınız; Picasso, Winston Churchill, Dustin Hoffman…
A.G: Çalışmak değil de fotoğraflarını çektim, röportaj yaptım sonra arkadaşlık kurdum.
İkbal: Unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?
Bilge: Mesela Picasso ile ilgili?
(Ve Ara Güler bizi azarlar)
A.G: Koskocaman kitap var, alıp okusanıza be!
Bilge: Alırız, okuruz da sizin ağzınızdan bir başka olur.
A.G: O kadar güzel yazmışım ki okuyun oradan, beni de eziyete sokmayın. Ne anlatıyım?
İkbal: Peki Salvador Dali –
A.G: Hepsi aynı kitapta var. Neydi kitabın adı unuttum şimdi. Hım… ‘Yeryüzünde Yedi İz’
Ömer: Bir de İstanbul’la ilgili ‘Yitirilmiş Renkler ‘ adlı bir kitabınız daha vardı. Ben piyasada çok araştırdım fakat bulamadım hiçbir yerde.
A.G: Onu hiç bulamazsın. Yok artık bitti, bende bile yok. Ama o zamanın İstanbul’u benim kitaplarda kaldı. Çoğu tükendi zaten, yeniden basılacak. Aslında ben basmayın diyorum, çünkü para vermiyorlar.
Ömer: Türkiye’de böyle zaten, emeğe karşı saygı yok. Fotoğrafları yayımlanan birçok sanatçı
parasını alamıyor.
A.G: Bu memlekette böyledir, bu işlerden para olmuyor. Amerika’da şu ana kadar yaptıklarımla şato alırdım. Türkiye’nin kapasitesi bu.
İkbal: Zaten fotoğrafçılık pahalı bir meslek herkes yapamıyor.
A.G: Bir kere zengin çocukları fotoğrafçılık yapar. İmkân yoktur yoksa, film parası falan. Mesela sen şimdi Hindistan’a gidiyorsun, altı ay kalacaksın, ben böyle röportaj yaparım.
İkbal: Masraflar size mi ait oluyor bu tip işlerde?
A.G: Mesela masraflar sana ait. Şimdi bak, Hindistan’a gidiyorsun, günde 10 rulo çeksen 4 ayda kaç rulo eder?
İkbal: 1200 rulo
A.G: 1200 rulo film al bakalım buradan. Kaç lira tutar?
Bilge: Yaklaşık 6 milyar ediyor.
A.G: Bak daha gitmedin burada oturuyorsun, 6 milyar para harcadın. Yani bu iş eve para götüreceğim diye düşünüp de yapılacak iş değil. Bugün yaptığın işin semeresini belki bir, bir buçuk yıl sonra çıkarırsın. Kazanmazsın.
İkbal: Peki siz birisinden maddi destek gördünüz mü?
A.G: Zengin piçiydim ben.
Ömer: Biz de okulda fotoğrafçılık kulübü açmaya niyetlendik. Birkaç arkadaşımızın dışında ilgilenen olmadı. Özel okullarda bu tip faaliyetlere destek var. Ama biz destek göremiyoruz. Devlet desteği falan da yok.
A.G: Umurlarında değildir. Bir futbol maçı aç oynat daha çok ilgi toplarsın. İşte baksana televizyona, bunlar da entelektüel sözde. Açıyorsun televizyonu on kanalın altısında futbol veya magazin var. İyi ki desteklemiyor, devlet bir yere karıştı mı boku çıkar zaten.
Ezgi: Magazin gündeminde olan biriyle röportaj yapılsa insanlar daha fazla ilgi gösterir.
Bilge: Birçoğu popüler kültürle ilgileniyor zaten.
A.G: Popüler kültür diye bir bok mu varmış?
(Gülüşmeler :)
İkbal: ‘İZ’ adında bir televizyon kanalı çıktı bu aralar. Bir tek o var Türk belgesel kanalımız.
(Kanalın genel direktörlüğünü Coşkun ARAL yapıyor.)
A.G: Ulan Coşkunum benim asistanımdı. Şimdi evvela yayınladıkları benim filmimdi. Ama hiç görmedim, merak bile etmedim.
Bilge: Lise yıllarınızda kurduğunuz hayalleri gerçekleştirdiniz mi? Şuan olmak istediğiz yerde misiniz?
A.G: Muhakkak yapmışımdır. Ben istediğim gibi yaşadım, istediğim yerdeyim. Ben kendi dünyamı yaşıyorum, kimseyi takmam.
(Ve İkbal teknik konulara girer.)
İkbal: Bazı dergilerde dijital fotoğraf makinelere karşı olduğunuz yazılıyor.
A.G: Esasında dijital de her şeyin devamıdır. Eskiden Zageroptik, lak film vardı. Sonraları jelatin film çıktı. Bu da onun gibi bir şeydir. Şimdi daha kolay fotoğraf çekebilirsiniz. Daha deneme aşamasında. Elli sene sonra dijital makineler çok daha iyi olacak. Bitecek yani bizim kullandığımız makineler.
Ömer: Siz hep Leica kullandınız değil mi?
A.G: Evet hep Leica kullandım. Yalnız Leica kullanmıyorum, çok makinem var, her birinin işi başka. Mesela Hasselblad 6*6 orta format çekersin. Eğer müzede çekim yapacaksan Sinar kullanırsın.
İkbal: Peki hiç kurgu çalıştınız mı? Yoksa insanları doğal halleriyle mi yakalıyorsunuz?
A.G: Ben insanları hep doğal anlarıyla yakaladım. Zaten herif seni bilse güzel durur, tabii durmaz.
Ömer: Özellikle kullandığınız makineler benim dikkatimi çekti. Genellikle gösterişsiz basit görünümlü makineler ile çalışmışınız.
A.G: Fotoğrafçılıkta fiyaka mevzu değildir. Saklanmış adamdan fotoğrafçı olur.
Ezgi: İnternette okumuştum; ‘Fotoğrafını çekeceğim kişiye poz verdirtmem onlar farkında olmadan çekerim.’ demişsiniz.
A.G: Evet. Ben seninle karşılıklı otururken on tane fotoğrafını çekerim. Sen farkına bile varmazsın.
Bilge: Sizin bir fotoğrafınız vardı. Meyhanede bir sarhoşu çekmiştiniz.
A.G: Hah, işte... Bir kere bizimkiler öyle yerlere gitmez, bilmez öyle yerlerin var olduğunu. Hâlbuki ben sosyete çocuğu olduğum halde bilirim, onlar bilmez.
Ezgi: Oyun yazarlığı ve rejisörlük de yapmışınız.
A.G: Hikâye yazardım.
İkbal: Kitabınız da vardı. Bâbil-
A.G: ‘Bâbil’den Sonra Yaşayacağız.’
Ezgi: Oyunlarınız hiç sahnelendi mi ?
A.G: Hayır. Onları gençliğim de yazmıştım. Gençliğinde her şiir yazan kendini şair zanneder.
Bilge: Ne anlatıyordunuz oyunlarınızda?
A.G: Çok uzun zaman oldu, unuttum gitti.
İkbal: Peki son bir soru fotoğrafçılık sizin için bir tutku mu? Hala çıkıp fotoğraf çekiyor musunuz?
A.G: Tabi tabi, çıkıp çekiyorum ama artık yaşlandım çabuk yoruluyorum. Bir tünele takılıyorum, orda yemek yiyorum sonra bir bakmışım akşam olmuş...

O an için bize çok kısa gelen röportaj vakti ( daha sonra röportajı kağıda geçirmek saatlermizi alacaktı ) sona ermiş; biz paltolarımızı, şemsiyelerimizi, çantalarımızı, o güne ait hatıralarımızı toparlayıp giderken birden yanımdakileri durdurdum. Birşeyi yapmadan gidersem içimde kalabilirdi. Röportajdan önce üzerine bir şeyler çiziktirip çantama attığım kâğıdı alıp Ara Güler’in masasına yöneldim. Yan masada röporyaj anını saatlerce beklerken, kendi aramızda konuşmanın gidişatını tasarlarken, kahve içerken, yağmurun vitraylı pencerelere uğrayışını izlerken, kendi aramızda fotoğraf çekilirken, işte öyle bir arada, masanın üzerine serilen defterlerden bir yaprak koparıp sol çaprazımda duran fotoğrafçıyı kabataslak çizmeye kalkışmıştım. Resmin niteliği tartışmaya açık tabi. Son birkaç çizgiyle tonton bir dede halini alan Ara Güler resmi elimde yanına eğilip “ Gitmeden bir resim göstermek istiyorum. Siz beklerken birşeyler çizmiştim. Bir bakarsanız-“
Sanatçı resme uzaktan bakınca ne olduğunu çıkaramadı önce. Eline aldığında ise yüzüne sevimli bir gülümseme yayıldı. İmzalamak için götürdüğüm pilot kalemi eline aldı ve resminin yanına iki tane kuş ve bir tane de balık çizdi. Gülüşmelerin ve atılan imzanın ardından sevinçle kafeden fırladım.
Resmi diğerlerine göstereyim derken serseri yağmur kağıt üzerindeki mürekkebi dağıtmayı başardı. ( Yoksa pilot kalemli bir kağıdı o havaya çıkarmak benim serseriliğim miydi) Evet, gelirken bize eşlik eden yağmur bizi dönüşte uğurluyordu. Tarihi tünel vardı sırada, sonra yine Karaköy, sonunda Üsküdar, Kadıköy. Biz öğle yarısı çıkmıştık okuldan, evlerimize dönünce sanki birkaç saat içinde akşam olmuş gibiydi bizim için. Sırılsıklam üstümüzü, spor ayakkabılarımızı çıkarırken hasta olmayız inşallah diye düşünüyorduk. Ama keyifli, mutluyduk. Çünkü Ara Kafe’deydik, birlikteydik, yağmur yağıyordu İstiklâl’e ve hatırladıkça tekrar yaşayacağımız dakikaları düşünüyorduk.

Mutluyduk çünkü aradığımızı bulmuştuk.


24 Mart 2006
02.30


14 Temmuz 2008 Pazartesi

loud and clear şarkısını bana armağan edin

Sevgili okurlar şimdi görecekleriniz, okuyacaklarınız tamamen hayal ürünüdür; gerçek hayatta denemeye kalkmanız tehlikeli olmakla birlikte , yok ben illa denicem derseniz tahminimce akl-ı salim bir yoldaş, ağlayacak bir omuz edinmeniz gereklidir.

Seni düşündüğüm zaman sol koluma bir ağrı giriyor. Gözlerimi usulca yumup saatlerce nereye gittiğimi bilmedikten sonra birden yırtılıveriyor gözkapaklarım; hadi ben olmayı geçtim de başkaları için bir evlat, bir dost, bir kardeş, bir rakip, bir kantinden ayvalık alan öğrenci, bir yoldan geçen insan, bir yan odada gürültü yapan kız, trafikte kırmızıda koşan vatandaş, yolda çocuk görüp başını okşayan abla olmam gerektiğini hatırlayıp maddeler dünyasına dönüveriyorum sancılı saatlerden sonra.

“Konuşmamız gerek, bu gece, bu saatte” diye mi çaldım kapını az önce? Seneler boyu tutup tutup kimseye anlatılmayan şeyleri sana bu gece bir çırpıda anlatabileceğimi zannederek konuşmamız gerektiği konusunda ısrar etsem de, boşver sen; rahatsız ettim gidiyorum. Konuşmayacağız, bana en çok koyan şey de asla neler olup bittiğini, tasavvurlarımda neler olup neler bitirdiğini bilmeyeceksin. Bu ikilem tıpkı, olumsuz bir vaka karşısında ellerin terleyip vücudun soğuyarak bir çıkış yolu bulmaya çalışırken, bir an kalbin durup “ ah buldum” düşüncesine kapılmak, ama saniyeler sonra, bulduğunu sandığın çıkış yolunun çoktan imkansızlıklarını bulup onu elemiş olmanı hatırlaman ve sonra ellerinin nemlenmeye devam etmesi gibi bir şey.

Peki neden onca an değil de, şimdi sen yeni bir hayat kurmanın eşiğinde, asla giremediğim ve girsem de kendi kendime yaratacak olmam muhtemel korkulardan ve yüksek doz paranoyalardan fazla yaşayamayacağım o hayatını biriyle paylaşmak üzereyken; hırslı, gözü yükseklerdeki kadın görüntümün altındaki sakat ve üstelik kör tarafımı kapına getirip vicdanının üzerine salmaya çalışıyorum? Onu senle tanıştıracağım, bunları anlatmak için başlangıç yapacağım anı (o lanet anın da senin de gelmeyeceğini alttan alttan bile bile) beklemeyi; evlilik çağına kadar, evde kalana kadar değil, bir ömür beklemeyi kabullenmiş olmama rağmen; aynı süre zarfı içerisinde senin elbette beni beklemeyeceğin ve işte tam da böyle evlenebiliyor oluşun gerçeğini şu dakikaya kadar hiç hesaplamamış olduğum için.

Bir sabah babam sol kolundaki ağrıyla uyandı. O kış sabahında kalp krizi teşhisi konuldu.
Ben o tutup tutup kimseye anlatmadığım, sessiz yılları başlatan günden beri
hergün kalpkrizi geçiriyorum…

7 Temmuz 2008 Pazartesi

planlarım yok artık, ne kalkanım, ne kılıcım
küçük kayığımı savururken dalgalar
uzaktan el sallıyor büyük gemi umutlarım
nedir bu acı?
zamansız ve cürretkarca anlamsız
krallığımdan boy gösterirken, gösterişin gömleklerini kat kat giymiş zannederken
çıplaklığımla alay ediyorlar
susun! diyorum, başını dışarıya uzatmaya çalışmış son damlayı da içime akıttıktan sonra
siz beni güçsüz mü sandınız?
sessizliği bozan bir kırılma sesi ve bir öteki
yıllarca biriktirdiğim, kavonoz kavonoz hüzünlerim
hepsi zamana teslim oluyor, güçsüz bedenimi sarıp sarmalıyor.
bu seyirlik dünyada gözden ırak bir yer var mıdır, mahremiyeti özgür kılan?
penceresiz, ışıksız mıdır?
belki cesaret ettiklerim olacaksın, cesaretsizliklerimin arka planında
yarısını okuyup öğrendiğim, geri kalanı ezberden hayallerle mükemmelleştirdiğim
tek şahidim olarak.

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Mektup

Kıskançlık kötü şeymiş. Hayatımda ilk defa tadarak, tadından pek de hoşlanmayarak, çello çalmaktan uçları parçalanmış parmaklarıma, orantısız ellerime bakıp yaptıklarımı sayıyorum teker teker. Sonra kafamdaki sen hesap soruyorsun benden gözlerinle. Daha yeni mi hesaplaşmaya başladın kendinle, neden olduğun onca saçmalığa rağmen dermişçesine. Ama bilirim, sen demezsin bu kadar acımasızca. Acımasız olmayışın bile mahveder sonra beni, tükenirim.
Geçmiş sayfalardan fırlayarak tekrar bir 'parçan' olmaya çalışmak değil yaptığım, sadece aklımdakileri dökmek 'sanal' kağıtlara. Ne de kolay burada yazdıklarını silmek.. Gerçek kağıt öyle değildir halbuki. Ne acı. Yazmadıklarımı bile silemem ben. Umarım yazdıklarım/yazmadıklarımla olumsuz herhangi birşeye yol açmıyorum. Hayatın çok daha güzel olacağını müjdelemek için burdayım. Müjdelemek kolay, inandırmak ise pek güç. Bilirsin, ben inanana kadar kaç kağıt parçalandı, kaç şişe bitti, kaç sigara ciğerimde yer edindi, kaç insan üzüldü ve kaç insan sevindi.. Ama senin inanacağını, içten içe inandığını, hatta artık tam anlamıyla inandığını, inanmaya devam ettiğini sanıyorum.
Artık kaçmalar, pes edişler söz konusu değil. Epey geç de olsa. Eski bir dostun, en azından eski bir tanıdık yüz olarak buradayım, burada olacağım. Her ne kadar artık inandırıcılığımı yitirmiş olsam da..
Umarım öbür dünyada hayatımda yaptıklarımın karşılıklarını adil bir şekilde görürüm. İyisinin de, kötüsünün de.. Ama hele ki kötüsünün.. Fazlasına razıyım, eksiğine asla.

1 Nisan - Eskilerden Çalıntılar 1

Nevermind'a


Neden hep saçma anlarda gelir aklıma
Yaptığım bunca suç, hata?
Bazen uzaktan bakmayı denerim kendime
Ama başaramam asla
Çünkü ben zaten ufalmış, kaybolmuşum
Kan nehrinin derinliklerinde
Kaçsam nafile, çok uzaklara

Bazen yeşilliklerde kaybolmayı yeğlerim
Çünkü yeşili özler insan, hayatın alaycı griliğinden kaçıverir
Ve işte sığındığım o yeşilliği
Daha da yeşil yapayım derken
Fosforlu bir renk çiçek gibi
Bozmuşum bilmeden o ahengi
Ne hakkım vardı buna, bilemem

Bazen çiçeklerin de burnu akar ve sümük beyinlerini tıkar
İşte o anlarda gelir belki de aklıma yaptığım bunca suç, hata
Şimdi görüyorum ki, hepsi boş, palavra
Geçmiş güne ne lanet ne de dua
Bir işe yarar insan melek olup uçunca
Cehennemin en ücra köşelerinde bile
Hatırlanır o kırmızı şarap gibi tatlı ama acı hatıra

Şimdilerde yeşil olma çabasındayım,
Belki çoktan kaybettim rengimi
Hatta beynimi
Ama ne de olsa
Bilirim, alır beni götürür yeşillikler
Ben ne kadar boyansam da..

24 Haziran 2008 Salı



küçükken görüp seninle ilgilensin diye gözünün içine baktığın

büyüdüğünde varlıklarını gözlerinle adeta delip geçtiğin

o hayvan kostümlü komikliğinin içinde ardındaki hüznü boğmaya çalışanlar

içlerinden bir beyaz tavşan kostümü

farkı etrafı gülümseten şirinliğinden değil

içindeki siyah tavşandan

gözün hüküm sürdüğü dünyada

siyah tavşan hem bedenini saklayıp hem de gözleri tatmin ederken

kimse bilemedi başını yastığına koyduğunda kafasından geçenleri

kimse göremedi kostümündeki sabitlenmiş gülen suratın ardınan akan yaşları


22 Haziran 2008 Pazar

Yasak Yaşanmışlıklar

Attım kendimi. Bir kedinin sıcaktan bunalıp kendini yerlere atması, orada huzur bulmaya çalışması gibi attım kendimi. Etrafımda binlerce tecrübe dolu vücutlar. Gözlerini dikip benim de pes edişlerimi, benim de isyan edişlerimi ve en sonunda mücadeleye daha mütevazi bir şekilde devam edişlerimi beklediler. Geleceğimi okudular, benim miyop gözlerimle seçemediğim. Ve ölümü getirdiler akla; görmezden gelişlerinin acısı benden ve yanık vücudumdan çıktı. Yıllarca ihtiyaç duydukları vücutları ve ruhları arayışları beni yıldırdı. Ve en sonunda kendimi güneşe teslim ettim. Hayaller kurmaktan ve uygunsuz kalabilecek davranışlardan çekinmekten çok uzaktık, İstanbul’a uzaktık. Planlar tek günlüktü. Müzik yoktu. Müzik kaybolmuştu. Kör oldum zannettim; müzik susmuştu. Konuşmalar boştu. Yaşanmışlıkları teker teker, hiç usanmadan, karşıdakine aldırış etmeden ve kendini ele vermiş olmanın korkusu olmadan anlatmak hem farz, hem günahtı. Günleri saydım. Ağladım; ama ruhum acımadan.

“Bendeki özgürlük ölünce parçalanmaz.”

İstanbul’a dönüş kıvranışlardan ibaretti. Uzun sayılabilecek vadedeki planlar günün son sigaraları gibi genzimi yakıyordu; ama yine de vazgeçemedim bağlılığım/bağımlılığımdan. Yeterince unutkanlık sağlamıyordu vücuttaki azap. İstanbul’dan uzak kalınca değiştirilebilir oldum; zırhımı evde unuttum.

“Sevişe sevişe azalmaz ki tendeki özgürlük.”

Tekrar yola çıkıldı. Bu sefer sevecen ruhla, bu sefer şarkılarla. Yüksek beklentilerin hayalkırıklıklarına, düşük beklentilerinse süprizlere dönüştüğü bir topraktaydık. Hiç tanışmadığımız bir ‘öz’ oluşturduk, belki de bulduk o toprakta. Toprağa doyamadık. Toprağa bulandık. Toprağa bulanmak ritüelimiz oldu. Üşüdük. Vücutlarımız uyum sağladı. Kanayan, kanadıktan sonra etraftaki kan izleri öylece bırakılan ve kabuk tutmak bilmez yaralar toprakta can buldu. Kanadık. Kandık. Toprağa bastık. Toprağı salladık. Toprağın üzerinde sallanan tanınmaz halde binlerce vücut. Sonra tanıdık kokular yayıldı etrafa. Artık kategorize edilemeyecek kadar tanıdık kokular. Amaç, duymak ve görmekken, koklamak istemedim, kendi kokumu duymak bile çekilmez haldeyken. Ruhlar toprağa süründü. Toprağı kirlettik biz, o da bizi kirletti. Alınmadık. Küfrettik karşılıklı.

Rahatsızsam şimdi, acıdan veya özlemden değil. Reddedişler kaçınılmaz.

Toprağı terk ettik biz. Tadında bırakarak. Doydu karnımız artık. Arınmak, karanlıklardan parlak ve plastik çağa, yeni uzun vadeli planlara geri dönmek, samimiyeti, sahneden atılan bir tek penayı, bir tek su şişesini yakalamak gibi bulabilmek için kollarımızı açmak lazım. Kısa yazılar yazmak lazım. Bazen de uzatma lüksünü yaşamak lazım.

“Kimsesiz değil, insansız.”

Kaynakça:

Babazula

Bülent Ortaçgil

15 Haziran 2008 Pazar

tadımlık mutlulukların gecesinde
yerde kıvranan kıvrım kıvrım gençlik günleri
haddinden fazlasını heves etmenin verdiği pişmanlık duygusunu
çığlık çığlık boğmaya çalışırken
ta ki geriye dönüldüğünde sadece iyi olan kalıncaya kadar
yeni kılıflı eski başlangıçlara yer açmak için

25 Mayıs 2008 Pazar

disaridan nasil gozukuyor bilmiyorum
icerisi cok gurultulu
anlamiyorsun, buradaki her saniye beni ben olmaktan kopariyor
dur biraz isyanlarimi bastirmam gerek
her sey hic bir zaman tam olamiyor bilirsin
yapman gerekenlerle yapmak istediklerin arasinda bir baglanti yok
susturamiyorum iste icimdeki gurultuyu
otursana biraz, daha yakin
nefessiz kaldigim zamanlar oldu
dunyamin icinden cikmak icin kac duvar atladim, korkunc yerler gordum
vardigim yer bazen her yer gibiydi herkes birdi onu bir tek sen bilirdin
kalbim hizla carptiginda yok oldum kimsenin kimse olmadigi yerde
tam da bin parcaya bolundugum aynada
limitsiz gokyuzu, limitsiz benligim
gormeliydin kendimi terkedesimi gozlerimden korku akarken
bin kilic saplanmis bedenime
biraktigim ayak izlerinde aci
aidiyet ebediyetten de ote

yum gözlerini dünyaya
1 den 100 e kadar
sakla bütün inandıklarını
bir varmış, bir yokmuş
bazen varmış, bazen yokmuş
onlara kalsa hiç yokmuş
önüne dön
yerlerini ezbere bildiğini sanmasan
daha az mı üzülürdün,
birer birer kaybettiğinde izlerini?
ya da çare miydi tekrar saymak
1 den 100 e kadar?
her şeyden geçtiğin zaman
karanlık dünyandan kafanı kaldırırken
korkmadan
önüm arkam sağım solum sobe..

9 Mayıs 2008 Cuma

insanoğlunun dayanılmaz kusurları

Hep kendin gibisini bulma cabasi, zahiri colde arar gibi milyarlarcasinin icinden, kusurlarin baslangici, en buyugu.
Sasilasi azim aslina bakildiginda, nefes almak kadar surekli , kendi benligini yok edinceye kadar
Bir kac isyan disinda oylesine rutin ki, gunluk hayat gibi, bazen can sikar, ama asla terkedilemez
Karsi koymak, farkliliklar surmek, aci verir, her zitlik gibi cezlandirilmalidir.
Ve kacislar baslar
Ne uzaklara gitmenin kilisesi, ne de karanlik odanin guvenilirligi kurtarir
Disaridakilerin kapilardaki yumruklari adeta genel olana davettir
Cok dayanamazsin..
Dondugunde eskisinden daha cok aci ulasacaktir sana
Bir gozdagi aslinda
Prangalar daha sikidir simdi, kacamayasin diye.

4 Nisan 2008 Cuma


Üç Vakte Kadar Üç Yol

Deha ve delilik arasında bir ince çizgi vardır derler. Dahilik mi deliliğin bir sonraki aşaması yoksa delilik mi dahiliğin tartışmaya açıktır. Ancak tartışmasız bir nokta vardır ki “madde”nin her türlü çekiciliğinin sona erdiği, yaşamanın anlamı olmadığını düşündürten erken dervişlik zamanları; maddeyi maneviyat için sevebilme, hayatta olduğun an kadar ölmüşçesine sonsuz olabilme, fenafillaha ermekle tamamlanan olgun dervişlik aşamasının bir önceki adımıdır.
Bu en acılı, en acıyı seven, en tehlikeli, en sadist erken dervişlik adımına gelenlerin üç yolu vardır önlerinde: İlki ve en kolayı, canın infazıdır. İkincisi sabredip,can infazının katliam olduğunun bilincinde olup O’nunla, hayattayken buluşma sevdasından doğan bir adım daha atma, olgunluk safhasına ermektir. Üçüncüsü de tüm bu olasılıkların bilincinde, binaenaleyh tehlikenin farkında olup bir geri adım atmaktır.

Haydi bu anı donduralım, iki yıl öncesine gidelim; bir şartla, döndüğümüzde hiçbir şey duymamış, görmemiş ve hiçbir şey olmamışçasına kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Boynumdan inciler, ayaklarımdan topuklu ayakkabılar çıkarken yerlerini beyaz bir gömlek, severek, bir o kadar da gevşekçe bağlanmış bir kravat alıyor. Sonra saçlarım uzayıp kızıllaşıyor. Halka halka nargile dumanlarının bugün verdiği bıkkınlık yok olup, her güzel şeyi yerli yerinde tüketmenin keyfi alıyor. Sadistik bir keyif, hayatta olmak kadar sadistçe. Çok önceleri içimde var olan ancak bir disiplin halinde yeni tanıştığım tasavvuftan başkası yok gibi gözlerimde. Madden ulaşmak isteyip ulaşamadığım, platonik olan her şey ruha dönüşüyor, zincirlerle kilitli sandıklar boyutunda ağırlıklar yapıyor içimde. Saatler süren, O’na tapmanın ama O’nunla bütünleşememenin verdiği sessiz üzüntüler… İlerde bir ihtimal ergenlik tripleri diye nitelendireceğimi zannettiğim, ancak bugün baktığımda beni yanında küçük ve daha aklı ermeyen bir çocuk yapan bir insanlık haliydi iki yıl öncesi. O en sadist devreydi, o en tehlikeli adımdı derken; sabredip, varacağı yere ulaşması belki bir ömür alacak o adımı da atıp O’nunla buluşmaya korkuyorum. Üçüncü yola girip, geri adım atıyorum..

Önce bir adım geri derken, şimdi kaç adım gerideyim bilmiyorum. Analitik düzlemde “y ekseni” nin sol tarafına kadar geçmiş, o kadar gerilemiş olabilirim. Şimdi sizin “modern hayat” dediğiniz, benimse sindire sindire yaşamak, kadın ya da erkek olmadan önce insan olmak, nefes almak anlamlarını yüklediğim kelime olan “hayat” bile diyemediğim ve demeyeceğim düzlemlerde yaşıyorum. Maddeye dair edinebileceğim her şeyi edindikçe bir değer daha sola kaydığımı hissediyorum. Ve şimdi sıfır noktasına ilerlemenin sonrasında o ince, sonunda “sonsuz oku” olan doğru üzerinde yürümek istiyorum tekrar. İki yıl önceki tehlikeyi yaşamak özlemindeyim.

“ Ya Rab, bela-yı aşk ile kıl aşina beni,
Bir dem bela-yı aşk’tan kılma cüda beni..”
diyebilecek sadistliğe, haykırabilecek cesarete erme sevdası içerisindeyim.

3 Nisan 2008 Perşembe

Rutinize

Takvimler nisanı gösteriyordu buna rağmen havaya Ankara’nın alışmış olduğu gri hakimdi. Güneş bulutların arasından kurtulmak istercesine günü aydınlatmaya çalışıyordu. Kendimi evin sessizliği içerisinde her zamanki saatte uyanmış buldum. Uyanıktım, kalkmam gerektiğimin farkındaydım ama kalkamıyordum. Aklım “Haydi kalk!” derken bedenim “Boşver biraz daha yat!” diye dayatıyordu.

İki ses arasında yaşanan kısa bir çatışmadan sonra yataktan fırladım. Saate baktım, geç kalıyordum. Aceleyle hazırlanmaya başladım. Dolabın karışıklığı içinde kaybolmamaya özen göstererek bir iki parça üst baş seçtim ve giyindim. Yine her gün olduğu gibi “Şu odayı bir toplasam, şu dolabı bir düzene soksam…” diye düşünürken kitaplığın başında buldum kendimi. Ben kitaplara, kitaplar bana bakarken hocanın dün verdiği ödevler aklıma geldi. Oflamalar puflamalar içinde kitapları aldım ve “Artık çalışmaya başlamam lazım kaç zamandır çalışmıyorum bu gidişatın sonu kötü.” diye düşünmeye başladım. Saatin bitmez tükenmez tik takları bu düşüncelerden sıyrılmamı sağladı. Geç kalıyordum, montumu kaptığım gibi kapıdan fırladım. Merdivenleri hızla indim. Apartmanın çıkışına geldiğimde günlük gazetelerin kapıya bırakılmış olduğunu fark ettim. Gazete bırakıldığına göre saat epey geç olmuştu. Daha erken kalkmam gerekliliği kendini her yerde belli ediyordu. Bir koşuda gazeteleri eve bıraktım ve tekrar yola koyuldum.

Saat, o şom tik takları ile durmadan geç kaldığımı söyleyip duruyordu. Her sıkıştığımda yaptığım gibi içimdeki sesi dinlemeye koyuldum. İçimdeki ses okula yetişebilmem için otostop çekmemin bir zorunluluk olduğuna işaret ediyordu. Yine her zamanki gibi ona hak vermiştim. Baş parmağımı kaldırıp öylece beklemeye başladım. Arabalar önümden hızla geçiyordu. Kimi çocuklarını okula yetiştirmenin telaşı içindeydi, kimi de işine yetişmek için gaza basıyordu. Nihayet sabah mahmurluğunu üzerlerinden atmaya çalışan bir çift, -yağan yağmurdan olsa gerek- halime acıyarak önümde duruverdi. Araba okula doğru yol alırken ben de yağmur damlalarıyla ıslanmış camdan dışarıyı izliyordum. Bir anda kendisini ziyaret etmemi bekleyen fizik bölümündeki profesörü anımsadım. Adam kaç zamandır beni bekliyor diye düşünürken yolun sonuna da gelmiştim. Arabadan inerken beni arabasına alan çifte teşekkür edip iyi günler diledim ve sınıfıma doğru yollandım.

Hocanın ödevle ilgili nasihatlerini dinlerken yine kendi kendime çalışacağıma dair sözler verdim. O günkü dersler de karşıdaki inşaatten gelen çekiç sesleri arasında akıp gitti. Dersler biter bitmez, zihnimdeki daha çok çalışmamın gerekliliğine dair düşünceler de buharlaşıp uçuverdi. Yine her zaman olduğu gibi arkadaş ortamının cazibesi beni kendine çekmişti. Arkadaşlarla birlikte olmanın verdiği o muhteşem haz, akşamın her zamanki vaktinde bastırmasını engelleyememişti. Eve döndüğümde günün yapılması gereken rutin işleri beni bekliyordu. İşleri bitirdiğimde ise uykunun sıcacık nefesi yüzümü okşamaya başlamıştı. Uyumak ile ödevleri yapmak arasında bir süre gidip geldim. Kısa sürede uykunun galip geleceğini anlayınca ödevleri her zamanki gibi boşverip kendimi, benden önce kimbilir kaç kişinin aynı duyguyla kendini attığı çekyata attım.

Ertesi sabah ödevleri yapmamanın pişmanlığı vicdanımı dürtmeye başlayınca uyanmak zorunda kaldım. Sonrasını mı soruyorsunuz? Sonrası bir öğrenci rutinliğinden farksızdı…

4 Mart 2008 Salı

ders zamanı

Yer: T 272 Amfi
Ders: Sosyalpsikoloji ( social psychology)
Konu: Thought Suppression

Thought Suppression, istenmeyen, kötü anılar teşkil eden, unutulmak istenen düşünceler her akla gelişinde ( ilk vücuda geldiklerinde akla gelmekten çok akıldan çıkmaz yapıdadırlar zaten) bastırılması, derinliklere itilmesidir diyor hoca, söylediklerime benzer şeyleri İngilizce ifade ederek. Ağar mı ağar bir kutuyu itiyormuş gibi yapıyor bastırmak derken. Belli, yaşını başını almış bu kadın da çekmiş bu dertten, olgun görüntüsünün altında hala ufak tefek intikam oyunlarıyla uğraşıyor olmalı diyorum.
Annemiz bize, ya da arkadaşlarımız bize yada kendimiz kendimize şöyle deriz “Aklına gelince unut, düşünme! Başka şeylerle oyalan ama düşünme!” Sonra karşımda, bu psikolojik rahatsızlığı canlandırarak anlatan hocayı daha iyi duyuyorum “..but the problem remains unsolved.”
Böylesi, düşüncelerimi bastırmaya itecek güçteki psikolojik bir vakayla karşılaştığımda ilk birkaç gün kendime verdiğim öğüt “Düşünme!” ydi. Çabuk uyandım lakin. Sonra şöyle dedim bana “Düşün! Düşün iyice, her an, her ayrıntıyı, üstüne git, kaçma, sessiz durma, tepki ver, erken yüzleş ki erken yaşta delirmeyesin sonra.”
Sonra demişken, sonra cidden çözüldü problem ama ben "düşün!" diye bağarmaya devam ettim. Başka birinin kaçmak isteyeceği hatıraları canlandıracak kokular, eşyalar, şarkılar, şahıslarla o günlere yeniden gittim. Enkazı çoktan kaldırmıştım ama küllerin kaldığını fark ettim. Derken külleri sonsuza dek yok ettim çünkü,

hani şarkılar bize öğretmişti ya, küllerin bir gün yangına dönme ihtimali vardır…

14 Şubat 2008 Perşembe

(parantez)

Yarın olunca böyle düşünür müyüm diye sormuşum, yarın(lar) oldu hayır öyle düşünmüyorum. Önemli olan bahsi geçen türde imkanların belli bir düzende çark etmesiymiş. Yapılması gereken farkedebilmekmiş, (bu muameleyi hakeden şeyleri) unutabilmek, önünü görebilmekmiş önemli olan.
Ah bir de edebiyat sadece melankoliyi dile getirmek değil, yeri geldiğinde (kaç kere yeri gelir hayatımızda) mutluluğu, huzuru da paylaşabilmekmiş. Takvimin gösterdiği günle (14 şubatın ilk saatlerindeyim ) alakası olmayan nedenlerin verdiği yaşama sevinci. İşte bir gece yarısı bu amaçla kalktım yazıyorum (böyle şevkin varken yaşamalı, uyumamalısın).
.....
.......
.........
Hani hüznün sebebi yoktu ya mutluluğun da olmasa gerek.
Dileğim o ki ruhun bu müsbet hali ömürümüzde bir parantez arası olmaktan çok, onun anafikri olacak cümlesi olsun.

1 Şubat 2008 Cuma

mut-lu

İnsan ömürlerce bekler ömrünün gelmesini en çok istediği günlerini yaşamak için. Beklemekten ziyade çalışır, hatta aracı amaç olur, yok olur da bu uğurda. Eksikler, mutlu günlerin gelmeyişinde üretilen bahaneler uzatır bu bekleme süresini. Ama biliriz de bilmezden geliriz ki çok şey elde etmek çok mutluluk demek değildir.
Yarın böyle düşünecek miyim bilmiyorum ama şimdi sahip olabileceğim en iyi imkanlar arasında imkansızlıklarla çatışıyorum. Aslında öyle insanlar var ki kıskanılacak, ikameti yasak, yıkılmaya yüz tutmuş eski bir konakta, kışın kurdukları bir sobayla günlerini gün gecelerini seyran eylerler. Hem şair "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin?" dediğinde yapılan tablo neydi; bir yatak, üstünde garib halli bir adam, bir kadın, bir düzine çocuk, aşağıda kedi köpek, sağ altta Abidin Dino'nun imzası.
Gün olur romanlar yazar, bin bir çeşit karakter üretirim. Her birine bin bir çeşit hayat tarzı biçer, her birine, altlarına kendi kimliğimi gizleyerek yeni isimler veririm. Maceradan maceraya atılır onlar da benim gibi, ansızın kaçar giderler şehirlerden, sonra herşeyleri olur ellerinde ama onları da kıskanırım ya hiçbirinin sonunu "mutlu son" a bağlayamam...

26 Ocak 2008 Cumartesi

Ayrılık

Binlerce, milyonlarca insan aynı şeyi duyumsar aynı şeyi ister. Birbirlerinin yanından geçer, konuşur ayrılırlar... Her insanın pusulası, sanırsın onları birbirinden uzaklaştırmak için yaratılmışıtır. Her an yakınından geçen binlerce milyonlarca mutluluktan habersizdir insan. Köpük içinde hapsolmuş sinekler gibi...

Ara Güler

Yağmur damlalarını hissediyorum lakin hangileri yüreğime hangileri bedenime çarpıyor ayırt edemiyorum. Hayat hep bildik oyununu oynuyor bizse her zaman olduğu gibi inanıyoruz ona... Bakıyorum sadece benmiyim bu oyuna kanan diye üç beş kişi daha var benim gibi ama birileri çok çabuk alışmış oyunu kuralına göre oynamaya ki arkalarını dönüp gidebiliyorlar. Kalbim tüm vücuduma hükmediyor ve tüm hücrelerim nasıl gittiklerine akıl sır erdirmeye çalışıyor... Saatler geçiyor ama bir çıkış yolu bulamıyorum. Sürekli aynı soru; nasıl giderler ? Bir iz bırakmadan bir elveda demeden nasıl giderler ? Onları savunmak için ipuçları arıyorum ama bulamıyorum. Garip bir ayrılık bu çözemiyorum...

20 Ocak 2008 Pazar

Neden ki ?..

Nasıl bir dünya, nasıl bir hayat...

Bir çocuk doğuyor. Anne demesiyle başlıyor hayatı anaokulu, ilkokul, lise derken geliyor üniversite... Gelmiş üniversiteye lakin üzerinde bir bıkkınlık var. Yeter artık dercesine okuyor yada okumaya çalışıyor peki ya ne için ? Amaç bir meslek edinip çok para kazanmak mı ? Yeteri kadar parayı kazanana kadar yıllar geçiyor. Çocuğumuz artık orta yaşlı biri. Belki şimdi parası var ama onun içindeki çocuk öldü bir kere... Onun içindeki çocuk tüm arkadaşlarını sınavda geçmesi gereken bir rakip olarak gördüğünde, iş ararken kendi bölümünden mezun tüm arkadaşlarını engel olarak gördüğünde öldü. Aslında onun hiç çocukluk dönemi olmadı ki; yetişkin gibi davran, kocaman adamsın çocuk gibi olma dediler hep. Olabildiğince, dilediğince konuşmasına izin vermediler. Öyle bir konuşacaksınki kafanda kırk tilki dolaşacak hiç birinin kuyruğu birbirine değmeyecek dediler. Sonra çocuk hayaller kurdu lakin onun yaşam haritasını çizenler dur önce bir büyük adam ol hele sonra dilediğini yaparsın dediler. Şanslı olanlar büyük adam oldu diğerleri ise yolunda öldüler. Genceciktiler hayatın hiç bir tadına varmadan terk-i diyar eylediler, ne acı... Birde yolun yarısında bıkanlar vardı onlarda şimdi ya içki bardağının dibine bakıyor yahut sokaklarda serseri olmuş sürtüyordur. Peki ya şanslı olanlara mı ne oldu ? Her ne kadar onlara şanslı desekte onlarda kayıptalar. Çalıştılar didindiler bir yere geldiler. Şimdi gençken yapmak istedikleri şeyler için yeterince imkanları var ama gönüller vazgeçti bir kere... neylesin şimdi bu insanlar parayı pulu ?