Hatıra dediğimiz olay anlara canlılık veren asıl renklerden ziyade sepyadır biraz. Özellikle filmlerde, eski fotoğraflarda biraz daha böyledir. Hatıralara sahip olan değil de o filmlere, fotoğraflara bakanlardansak eğer, o insancıklar o anları sepya renklerinde yaşamış düşüncesinden öteye götüremeyiz tasavvurlarımızı. Bir de insan dediğimiz olay var.. Günler, aylar, yıllar derken inançları, idealleri ve çocukluğuyla arasına acımasız soğukluklar sokar. Hem de yaşamın farkında olamadığı, stres dolu, tatsız tutsuz anların ruhlarından silip götürdükleri neticesinde. Ve bütün yaşanmışlıklar, bir takım değerlerin değişmesiyle, hatıraları yaşayanlar için de sepyadır nihayetinde…
Şimdi hep beraber birkaç yıl öncesinde, hatıralar arasına nakşettiğimiz karelerde,Ara Cafe’deyiz. Bir arayış içinde, yine aynı bordo kravatlarla, okul firarisi havalarında İstiklal Caddesi’ndeyiz. Hava biraz soğuk sanki. Dersaadet’in yağmur renkleri hakim hala o anlara: mavi, gri, gümüş.. Yağmur altında yürüye yürüye yorulan bacaklarımız, soğuktan çatlayan ellerimiz ve kızaran kulaklarımız açısından bakarsak bu sıcak mekân tam da aradığımız yer. Ara Cafe loş turuncu. Camlardaki vitraylar hala canlı: kıpkırmızı, masmavi. Mobilyaların koyu kahverengisi bile capcanlı ve duvardaki fotoğraflar..
Beş kişi Ara Güler’in oturduğu masanın tam yanındakine dizildik. Ben her zamanki açlığımla, gerçek ve normal birer mideye sahip olan masadaki insanların aksine Türk kahvesiyle yetinemeyip, lezzetli ve hacimli bir tavuk gratenle mekanın tadını çıkardım masada dönen muhabbetlere eşlik ederek. Uzun bir bekleyişten sonra Ara Güler bizi röportaj için beklettiğini hatırladı ve röportajımıza başladık.
Bilge: Bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Ömer: Randevusuz geldik ama…
Ara Güler: Söyleyin bakayım şimdi ne yapacağız?
Ömer: Biz ‘İz’ diye bir dergi çıkarıyoruz.
A.G: Ne ‘İz’ mi ?! Ben koskocaman ‘İz’ diye dergi çıkarıyorum görmedin mi?
Hep bir ağızdan öğrenciler panikle: Bu okul dergisi… Bizden önce de böyleydi yani.
A.G: E sen de çıkarma başka isim koy.
Bilge: Ama biz senelerdir çıkarıyoruz okul dergisi bu yılda bir kere çıkarıyoruz.
A.G: He, tamam o zaman. Okul dergisiyse boş ver, yoksa müşavirim peşine düşerdi.
(Diyerek, yanımızda götürüp röportajın başında masaya serdiğimiz eski yılların ‘İz’lerine göz ucuyla bakıp gülümsedi.)
Ömer: Bu arada derginiz çok süper. Ben alıyorum iki aydır. Türkiye’de yok böyle bir şey. Bu boşluğu doldurdunuz.
Ezgi : (İkbal ve Ömer’i göstererek) Arkadaşlar da fotoğrafçılıkla ilgileniyorlar. Dergimizde fotoğrafçılıkla ilgili bir bölüm hazırlamak istedik. Aklımıza gelen ilk isim siz oldunuz.
A.G: Koy bakayım, et bakayım söyleşini. Ne diyeceğiz?
Bilge: Üniversitede iktisat fakültesinde okumuşsunuz sonra fotoğrafçılığa yönelmişsiniz…
A.G: Heh bana bak Çetin Altan da hukuk fakültesinde okudu ama avukatlık yapmadı. Bir sürü herif var, mimar, kimya mühendisi, elektronik mühendisi… Hiç biri mesleklerini yapmadılar anladın mı?
Ezgi: Peki siz neden fotoğrafçılığı seçtiniz?
A.G: Ben fotoğrafçılığı sonradan seçmedim ki. Ben fotoğrafçıydım zaten lisedeyken de. Fakülteye girerken foto muhabirliği yapıyordum. Muhabirliğe Hayat Mecmuası’nda başladım.
Ömer: Sonra Time’da çalışmaya başlamışsınız galiba?
A.G: Evet. 1956 da Time Mecmuası’ndan teklif geldi. Bu sayede Türkiye bürosunu açtılar. Orada çalışmaya başladım.
Ömer: Magnum ajansında da bulunmuşsunuz.
A.G: Magnum bir bok değildir. Magnum bizim gibi bir takım isim yapmış fotoğrafçıların kurdukları ve kendi malzemelerini dağıttıkları bir şirkettir. Bizim malımızı kendi malı gibi dağıtan bir yerdir.
İkbal: Fotoğrafları paylaşım mekânı gibi bir yer mi?
A.G: He, evet. Patron biziz, bizi kim kovar?
Ömer: Nasıl o kadar ünlü fotoğrafçılarla çalışma fırsatı buldunuz?
A.G: Ben onlardan da ünlüyüm
Afallayan Ömer: Tabi canım siz de ünlüsüz baya.
A.G: Neresi ünlü lan onların?
Ömer: Nasıl bu kadar ünlü oldunuz?
A.G: Niye olmayayım?
Ezgi: Dünyaya açılmanız nasıl oldu? Türkiye’den çıkışınız…
A.G: Hakiki büyük gazetelerle çalıştım. Hürriyet’te çalışsan bir bok olmaz ki, Hürriyet Türkiye’de
çıkan bir gazete. Çalışsana bakayım Life’ta, 11 milyon satıyor. Hehehe, sen ne diyorsun ya?
Bilge: Yurt dışındaki gazetelerle ilk bağlantınız nasıl oldu?
A.G: Ben onları aramadım, benim röportajlarım çıkıyordu bir sürü yerde, onlar beni buldular.
‘Bizim muhabirimiz olur musun ?’ dediler, olurum dedim.
İkbal: Çok ünlü isimlerle çalışmışsınız; Picasso, Winston Churchill, Dustin Hoffman…
A.G: Çalışmak değil de fotoğraflarını çektim, röportaj yaptım sonra arkadaşlık kurdum.
İkbal: Unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?
Bilge: Mesela Picasso ile ilgili?
(Ve Ara Güler bizi azarlar)
A.G: Koskocaman kitap var, alıp okusanıza be!
Bilge: Alırız, okuruz da sizin ağzınızdan bir başka olur.
A.G: O kadar güzel yazmışım ki okuyun oradan, beni de eziyete sokmayın. Ne anlatıyım?
İkbal: Peki Salvador Dali –
A.G: Hepsi aynı kitapta var. Neydi kitabın adı unuttum şimdi. Hım… ‘Yeryüzünde Yedi İz’
Ömer: Bir de İstanbul’la ilgili ‘Yitirilmiş Renkler ‘ adlı bir kitabınız daha vardı. Ben piyasada çok araştırdım fakat bulamadım hiçbir yerde.
A.G: Onu hiç bulamazsın. Yok artık bitti, bende bile yok. Ama o zamanın İstanbul’u benim kitaplarda kaldı. Çoğu tükendi zaten, yeniden basılacak. Aslında ben basmayın diyorum, çünkü para vermiyorlar.
Ömer: Türkiye’de böyle zaten, emeğe karşı saygı yok. Fotoğrafları yayımlanan birçok sanatçı
parasını alamıyor.
A.G: Bu memlekette böyledir, bu işlerden para olmuyor. Amerika’da şu ana kadar yaptıklarımla şato alırdım. Türkiye’nin kapasitesi bu.
İkbal: Zaten fotoğrafçılık pahalı bir meslek herkes yapamıyor.
A.G: Bir kere zengin çocukları fotoğrafçılık yapar. İmkân yoktur yoksa, film parası falan. Mesela sen şimdi Hindistan’a gidiyorsun, altı ay kalacaksın, ben böyle röportaj yaparım.
İkbal: Masraflar size mi ait oluyor bu tip işlerde?
A.G: Mesela masraflar sana ait. Şimdi bak, Hindistan’a gidiyorsun, günde 10 rulo çeksen 4 ayda kaç rulo eder?
İkbal: 1200 rulo
A.G: 1200 rulo film al bakalım buradan. Kaç lira tutar?
Bilge: Yaklaşık 6 milyar ediyor.
A.G: Bak daha gitmedin burada oturuyorsun, 6 milyar para harcadın. Yani bu iş eve para götüreceğim diye düşünüp de yapılacak iş değil. Bugün yaptığın işin semeresini belki bir, bir buçuk yıl sonra çıkarırsın. Kazanmazsın.
İkbal: Peki siz birisinden maddi destek gördünüz mü?
A.G: Zengin piçiydim ben.
Ömer: Biz de okulda fotoğrafçılık kulübü açmaya niyetlendik. Birkaç arkadaşımızın dışında ilgilenen olmadı. Özel okullarda bu tip faaliyetlere destek var. Ama biz destek göremiyoruz. Devlet desteği falan da yok.
A.G: Umurlarında değildir. Bir futbol maçı aç oynat daha çok ilgi toplarsın. İşte baksana televizyona, bunlar da entelektüel sözde. Açıyorsun televizyonu on kanalın altısında futbol veya magazin var. İyi ki desteklemiyor, devlet bir yere karıştı mı boku çıkar zaten.
Ezgi: Magazin gündeminde olan biriyle röportaj yapılsa insanlar daha fazla ilgi gösterir.
Bilge: Birçoğu popüler kültürle ilgileniyor zaten.
A.G: Popüler kültür diye bir bok mu varmış?
(Gülüşmeler :)
İkbal: ‘İZ’ adında bir televizyon kanalı çıktı bu aralar. Bir tek o var Türk belgesel kanalımız.
(Kanalın genel direktörlüğünü Coşkun ARAL yapıyor.)
A.G: Ulan Coşkunum benim asistanımdı. Şimdi evvela yayınladıkları benim filmimdi. Ama hiç görmedim, merak bile etmedim.
Bilge: Lise yıllarınızda kurduğunuz hayalleri gerçekleştirdiniz mi? Şuan olmak istediğiz yerde misiniz?
A.G: Muhakkak yapmışımdır. Ben istediğim gibi yaşadım, istediğim yerdeyim. Ben kendi dünyamı yaşıyorum, kimseyi takmam.
(Ve İkbal teknik konulara girer.)
İkbal: Bazı dergilerde dijital fotoğraf makinelere karşı olduğunuz yazılıyor.
A.G: Esasında dijital de her şeyin devamıdır. Eskiden Zageroptik, lak film vardı. Sonraları jelatin film çıktı. Bu da onun gibi bir şeydir. Şimdi daha kolay fotoğraf çekebilirsiniz. Daha deneme aşamasında. Elli sene sonra dijital makineler çok daha iyi olacak. Bitecek yani bizim kullandığımız makineler.
Ömer: Siz hep Leica kullandınız değil mi?
A.G: Evet hep Leica kullandım. Yalnız Leica kullanmıyorum, çok makinem var, her birinin işi başka. Mesela Hasselblad 6*6 orta format çekersin. Eğer müzede çekim yapacaksan Sinar kullanırsın.
İkbal: Peki hiç kurgu çalıştınız mı? Yoksa insanları doğal halleriyle mi yakalıyorsunuz?
A.G: Ben insanları hep doğal anlarıyla yakaladım. Zaten herif seni bilse güzel durur, tabii durmaz.
Ömer: Özellikle kullandığınız makineler benim dikkatimi çekti. Genellikle gösterişsiz basit görünümlü makineler ile çalışmışınız.
A.G: Fotoğrafçılıkta fiyaka mevzu değildir. Saklanmış adamdan fotoğrafçı olur.
Ezgi: İnternette okumuştum; ‘Fotoğrafını çekeceğim kişiye poz verdirtmem onlar farkında olmadan çekerim.’ demişsiniz.
A.G: Evet. Ben seninle karşılıklı otururken on tane fotoğrafını çekerim. Sen farkına bile varmazsın.
Bilge: Sizin bir fotoğrafınız vardı. Meyhanede bir sarhoşu çekmiştiniz.
A.G: Hah, işte... Bir kere bizimkiler öyle yerlere gitmez, bilmez öyle yerlerin var olduğunu. Hâlbuki ben sosyete çocuğu olduğum halde bilirim, onlar bilmez.
Ezgi: Oyun yazarlığı ve rejisörlük de yapmışınız.
A.G: Hikâye yazardım.
İkbal: Kitabınız da vardı. Bâbil-
A.G: ‘Bâbil’den Sonra Yaşayacağız.’
Ezgi: Oyunlarınız hiç sahnelendi mi ?
A.G: Hayır. Onları gençliğim de yazmıştım. Gençliğinde her şiir yazan kendini şair zanneder.
Bilge: Ne anlatıyordunuz oyunlarınızda?
A.G: Çok uzun zaman oldu, unuttum gitti.
İkbal: Peki son bir soru fotoğrafçılık sizin için bir tutku mu? Hala çıkıp fotoğraf çekiyor musunuz?
A.G: Tabi tabi, çıkıp çekiyorum ama artık yaşlandım çabuk yoruluyorum. Bir tünele takılıyorum, orda yemek yiyorum sonra bir bakmışım akşam olmuş...
O an için bize çok kısa gelen röportaj vakti ( daha sonra röportajı kağıda geçirmek saatlermizi alacaktı ) sona ermiş; biz paltolarımızı, şemsiyelerimizi, çantalarımızı, o güne ait hatıralarımızı toparlayıp giderken birden yanımdakileri durdurdum. Birşeyi yapmadan gidersem içimde kalabilirdi. Röportajdan önce üzerine bir şeyler çiziktirip çantama attığım kâğıdı alıp Ara Güler’in masasına yöneldim. Yan masada röporyaj anını saatlerce beklerken, kendi aramızda konuşmanın gidişatını tasarlarken, kahve içerken, yağmurun vitraylı pencerelere uğrayışını izlerken, kendi aramızda fotoğraf çekilirken, işte öyle bir arada, masanın üzerine serilen defterlerden bir yaprak koparıp sol çaprazımda duran fotoğrafçıyı kabataslak çizmeye kalkışmıştım. Resmin niteliği tartışmaya açık tabi. Son birkaç çizgiyle tonton bir dede halini alan Ara Güler resmi elimde yanına eğilip “ Gitmeden bir resim göstermek istiyorum. Siz beklerken birşeyler çizmiştim. Bir bakarsanız-“
Sanatçı resme uzaktan bakınca ne olduğunu çıkaramadı önce. Eline aldığında ise yüzüne sevimli bir gülümseme yayıldı. İmzalamak için götürdüğüm pilot kalemi eline aldı ve resminin yanına iki tane kuş ve bir tane de balık çizdi. Gülüşmelerin ve atılan imzanın ardından sevinçle kafeden fırladım.
Resmi diğerlerine göstereyim derken serseri yağmur kağıt üzerindeki mürekkebi dağıtmayı başardı. ( Yoksa pilot kalemli bir kağıdı o havaya çıkarmak benim serseriliğim miydi) Evet, gelirken bize eşlik eden yağmur bizi dönüşte uğurluyordu. Tarihi tünel vardı sırada, sonra yine Karaköy, sonunda Üsküdar, Kadıköy. Biz öğle yarısı çıkmıştık okuldan, evlerimize dönünce sanki birkaç saat içinde akşam olmuş gibiydi bizim için. Sırılsıklam üstümüzü, spor ayakkabılarımızı çıkarırken hasta olmayız inşallah diye düşünüyorduk. Ama keyifli, mutluyduk. Çünkü Ara Kafe’deydik, birlikteydik, yağmur yağıyordu İstiklâl’e ve hatırladıkça tekrar yaşayacağımız dakikaları düşünüyorduk.
Mutluyduk çünkü aradığımızı bulmuştuk.
Şimdi hep beraber birkaç yıl öncesinde, hatıralar arasına nakşettiğimiz karelerde,Ara Cafe’deyiz. Bir arayış içinde, yine aynı bordo kravatlarla, okul firarisi havalarında İstiklal Caddesi’ndeyiz. Hava biraz soğuk sanki. Dersaadet’in yağmur renkleri hakim hala o anlara: mavi, gri, gümüş.. Yağmur altında yürüye yürüye yorulan bacaklarımız, soğuktan çatlayan ellerimiz ve kızaran kulaklarımız açısından bakarsak bu sıcak mekân tam da aradığımız yer. Ara Cafe loş turuncu. Camlardaki vitraylar hala canlı: kıpkırmızı, masmavi. Mobilyaların koyu kahverengisi bile capcanlı ve duvardaki fotoğraflar..
Beş kişi Ara Güler’in oturduğu masanın tam yanındakine dizildik. Ben her zamanki açlığımla, gerçek ve normal birer mideye sahip olan masadaki insanların aksine Türk kahvesiyle yetinemeyip, lezzetli ve hacimli bir tavuk gratenle mekanın tadını çıkardım masada dönen muhabbetlere eşlik ederek. Uzun bir bekleyişten sonra Ara Güler bizi röportaj için beklettiğini hatırladı ve röportajımıza başladık.
Bilge: Bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Ömer: Randevusuz geldik ama…
Ara Güler: Söyleyin bakayım şimdi ne yapacağız?
Ömer: Biz ‘İz’ diye bir dergi çıkarıyoruz.
A.G: Ne ‘İz’ mi ?! Ben koskocaman ‘İz’ diye dergi çıkarıyorum görmedin mi?
Hep bir ağızdan öğrenciler panikle: Bu okul dergisi… Bizden önce de böyleydi yani.
A.G: E sen de çıkarma başka isim koy.
Bilge: Ama biz senelerdir çıkarıyoruz okul dergisi bu yılda bir kere çıkarıyoruz.
A.G: He, tamam o zaman. Okul dergisiyse boş ver, yoksa müşavirim peşine düşerdi.
(Diyerek, yanımızda götürüp röportajın başında masaya serdiğimiz eski yılların ‘İz’lerine göz ucuyla bakıp gülümsedi.)
Ömer: Bu arada derginiz çok süper. Ben alıyorum iki aydır. Türkiye’de yok böyle bir şey. Bu boşluğu doldurdunuz.
Ezgi : (İkbal ve Ömer’i göstererek) Arkadaşlar da fotoğrafçılıkla ilgileniyorlar. Dergimizde fotoğrafçılıkla ilgili bir bölüm hazırlamak istedik. Aklımıza gelen ilk isim siz oldunuz.
A.G: Koy bakayım, et bakayım söyleşini. Ne diyeceğiz?
Bilge: Üniversitede iktisat fakültesinde okumuşsunuz sonra fotoğrafçılığa yönelmişsiniz…
A.G: Heh bana bak Çetin Altan da hukuk fakültesinde okudu ama avukatlık yapmadı. Bir sürü herif var, mimar, kimya mühendisi, elektronik mühendisi… Hiç biri mesleklerini yapmadılar anladın mı?
Ezgi: Peki siz neden fotoğrafçılığı seçtiniz?
A.G: Ben fotoğrafçılığı sonradan seçmedim ki. Ben fotoğrafçıydım zaten lisedeyken de. Fakülteye girerken foto muhabirliği yapıyordum. Muhabirliğe Hayat Mecmuası’nda başladım.
Ömer: Sonra Time’da çalışmaya başlamışsınız galiba?
A.G: Evet. 1956 da Time Mecmuası’ndan teklif geldi. Bu sayede Türkiye bürosunu açtılar. Orada çalışmaya başladım.
Ömer: Magnum ajansında da bulunmuşsunuz.
A.G: Magnum bir bok değildir. Magnum bizim gibi bir takım isim yapmış fotoğrafçıların kurdukları ve kendi malzemelerini dağıttıkları bir şirkettir. Bizim malımızı kendi malı gibi dağıtan bir yerdir.
İkbal: Fotoğrafları paylaşım mekânı gibi bir yer mi?
A.G: He, evet. Patron biziz, bizi kim kovar?
Ömer: Nasıl o kadar ünlü fotoğrafçılarla çalışma fırsatı buldunuz?
A.G: Ben onlardan da ünlüyüm
Afallayan Ömer: Tabi canım siz de ünlüsüz baya.
A.G: Neresi ünlü lan onların?
Ömer: Nasıl bu kadar ünlü oldunuz?
A.G: Niye olmayayım?
Ezgi: Dünyaya açılmanız nasıl oldu? Türkiye’den çıkışınız…
A.G: Hakiki büyük gazetelerle çalıştım. Hürriyet’te çalışsan bir bok olmaz ki, Hürriyet Türkiye’de
çıkan bir gazete. Çalışsana bakayım Life’ta, 11 milyon satıyor. Hehehe, sen ne diyorsun ya?
Bilge: Yurt dışındaki gazetelerle ilk bağlantınız nasıl oldu?
A.G: Ben onları aramadım, benim röportajlarım çıkıyordu bir sürü yerde, onlar beni buldular.
‘Bizim muhabirimiz olur musun ?’ dediler, olurum dedim.
İkbal: Çok ünlü isimlerle çalışmışsınız; Picasso, Winston Churchill, Dustin Hoffman…
A.G: Çalışmak değil de fotoğraflarını çektim, röportaj yaptım sonra arkadaşlık kurdum.
İkbal: Unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?
Bilge: Mesela Picasso ile ilgili?
(Ve Ara Güler bizi azarlar)
A.G: Koskocaman kitap var, alıp okusanıza be!
Bilge: Alırız, okuruz da sizin ağzınızdan bir başka olur.
A.G: O kadar güzel yazmışım ki okuyun oradan, beni de eziyete sokmayın. Ne anlatıyım?
İkbal: Peki Salvador Dali –
A.G: Hepsi aynı kitapta var. Neydi kitabın adı unuttum şimdi. Hım… ‘Yeryüzünde Yedi İz’
Ömer: Bir de İstanbul’la ilgili ‘Yitirilmiş Renkler ‘ adlı bir kitabınız daha vardı. Ben piyasada çok araştırdım fakat bulamadım hiçbir yerde.
A.G: Onu hiç bulamazsın. Yok artık bitti, bende bile yok. Ama o zamanın İstanbul’u benim kitaplarda kaldı. Çoğu tükendi zaten, yeniden basılacak. Aslında ben basmayın diyorum, çünkü para vermiyorlar.
Ömer: Türkiye’de böyle zaten, emeğe karşı saygı yok. Fotoğrafları yayımlanan birçok sanatçı
parasını alamıyor.
A.G: Bu memlekette böyledir, bu işlerden para olmuyor. Amerika’da şu ana kadar yaptıklarımla şato alırdım. Türkiye’nin kapasitesi bu.
İkbal: Zaten fotoğrafçılık pahalı bir meslek herkes yapamıyor.
A.G: Bir kere zengin çocukları fotoğrafçılık yapar. İmkân yoktur yoksa, film parası falan. Mesela sen şimdi Hindistan’a gidiyorsun, altı ay kalacaksın, ben böyle röportaj yaparım.
İkbal: Masraflar size mi ait oluyor bu tip işlerde?
A.G: Mesela masraflar sana ait. Şimdi bak, Hindistan’a gidiyorsun, günde 10 rulo çeksen 4 ayda kaç rulo eder?
İkbal: 1200 rulo
A.G: 1200 rulo film al bakalım buradan. Kaç lira tutar?
Bilge: Yaklaşık 6 milyar ediyor.
A.G: Bak daha gitmedin burada oturuyorsun, 6 milyar para harcadın. Yani bu iş eve para götüreceğim diye düşünüp de yapılacak iş değil. Bugün yaptığın işin semeresini belki bir, bir buçuk yıl sonra çıkarırsın. Kazanmazsın.
İkbal: Peki siz birisinden maddi destek gördünüz mü?
A.G: Zengin piçiydim ben.
Ömer: Biz de okulda fotoğrafçılık kulübü açmaya niyetlendik. Birkaç arkadaşımızın dışında ilgilenen olmadı. Özel okullarda bu tip faaliyetlere destek var. Ama biz destek göremiyoruz. Devlet desteği falan da yok.
A.G: Umurlarında değildir. Bir futbol maçı aç oynat daha çok ilgi toplarsın. İşte baksana televizyona, bunlar da entelektüel sözde. Açıyorsun televizyonu on kanalın altısında futbol veya magazin var. İyi ki desteklemiyor, devlet bir yere karıştı mı boku çıkar zaten.
Ezgi: Magazin gündeminde olan biriyle röportaj yapılsa insanlar daha fazla ilgi gösterir.
Bilge: Birçoğu popüler kültürle ilgileniyor zaten.
A.G: Popüler kültür diye bir bok mu varmış?
(Gülüşmeler :)
İkbal: ‘İZ’ adında bir televizyon kanalı çıktı bu aralar. Bir tek o var Türk belgesel kanalımız.
(Kanalın genel direktörlüğünü Coşkun ARAL yapıyor.)
A.G: Ulan Coşkunum benim asistanımdı. Şimdi evvela yayınladıkları benim filmimdi. Ama hiç görmedim, merak bile etmedim.
Bilge: Lise yıllarınızda kurduğunuz hayalleri gerçekleştirdiniz mi? Şuan olmak istediğiz yerde misiniz?
A.G: Muhakkak yapmışımdır. Ben istediğim gibi yaşadım, istediğim yerdeyim. Ben kendi dünyamı yaşıyorum, kimseyi takmam.
(Ve İkbal teknik konulara girer.)
İkbal: Bazı dergilerde dijital fotoğraf makinelere karşı olduğunuz yazılıyor.
A.G: Esasında dijital de her şeyin devamıdır. Eskiden Zageroptik, lak film vardı. Sonraları jelatin film çıktı. Bu da onun gibi bir şeydir. Şimdi daha kolay fotoğraf çekebilirsiniz. Daha deneme aşamasında. Elli sene sonra dijital makineler çok daha iyi olacak. Bitecek yani bizim kullandığımız makineler.
Ömer: Siz hep Leica kullandınız değil mi?
A.G: Evet hep Leica kullandım. Yalnız Leica kullanmıyorum, çok makinem var, her birinin işi başka. Mesela Hasselblad 6*6 orta format çekersin. Eğer müzede çekim yapacaksan Sinar kullanırsın.
İkbal: Peki hiç kurgu çalıştınız mı? Yoksa insanları doğal halleriyle mi yakalıyorsunuz?
A.G: Ben insanları hep doğal anlarıyla yakaladım. Zaten herif seni bilse güzel durur, tabii durmaz.
Ömer: Özellikle kullandığınız makineler benim dikkatimi çekti. Genellikle gösterişsiz basit görünümlü makineler ile çalışmışınız.
A.G: Fotoğrafçılıkta fiyaka mevzu değildir. Saklanmış adamdan fotoğrafçı olur.
Ezgi: İnternette okumuştum; ‘Fotoğrafını çekeceğim kişiye poz verdirtmem onlar farkında olmadan çekerim.’ demişsiniz.
A.G: Evet. Ben seninle karşılıklı otururken on tane fotoğrafını çekerim. Sen farkına bile varmazsın.
Bilge: Sizin bir fotoğrafınız vardı. Meyhanede bir sarhoşu çekmiştiniz.
A.G: Hah, işte... Bir kere bizimkiler öyle yerlere gitmez, bilmez öyle yerlerin var olduğunu. Hâlbuki ben sosyete çocuğu olduğum halde bilirim, onlar bilmez.
Ezgi: Oyun yazarlığı ve rejisörlük de yapmışınız.
A.G: Hikâye yazardım.
İkbal: Kitabınız da vardı. Bâbil-
A.G: ‘Bâbil’den Sonra Yaşayacağız.’
Ezgi: Oyunlarınız hiç sahnelendi mi ?
A.G: Hayır. Onları gençliğim de yazmıştım. Gençliğinde her şiir yazan kendini şair zanneder.
Bilge: Ne anlatıyordunuz oyunlarınızda?
A.G: Çok uzun zaman oldu, unuttum gitti.
İkbal: Peki son bir soru fotoğrafçılık sizin için bir tutku mu? Hala çıkıp fotoğraf çekiyor musunuz?
A.G: Tabi tabi, çıkıp çekiyorum ama artık yaşlandım çabuk yoruluyorum. Bir tünele takılıyorum, orda yemek yiyorum sonra bir bakmışım akşam olmuş...
O an için bize çok kısa gelen röportaj vakti ( daha sonra röportajı kağıda geçirmek saatlermizi alacaktı ) sona ermiş; biz paltolarımızı, şemsiyelerimizi, çantalarımızı, o güne ait hatıralarımızı toparlayıp giderken birden yanımdakileri durdurdum. Birşeyi yapmadan gidersem içimde kalabilirdi. Röportajdan önce üzerine bir şeyler çiziktirip çantama attığım kâğıdı alıp Ara Güler’in masasına yöneldim. Yan masada röporyaj anını saatlerce beklerken, kendi aramızda konuşmanın gidişatını tasarlarken, kahve içerken, yağmurun vitraylı pencerelere uğrayışını izlerken, kendi aramızda fotoğraf çekilirken, işte öyle bir arada, masanın üzerine serilen defterlerden bir yaprak koparıp sol çaprazımda duran fotoğrafçıyı kabataslak çizmeye kalkışmıştım. Resmin niteliği tartışmaya açık tabi. Son birkaç çizgiyle tonton bir dede halini alan Ara Güler resmi elimde yanına eğilip “ Gitmeden bir resim göstermek istiyorum. Siz beklerken birşeyler çizmiştim. Bir bakarsanız-“
Sanatçı resme uzaktan bakınca ne olduğunu çıkaramadı önce. Eline aldığında ise yüzüne sevimli bir gülümseme yayıldı. İmzalamak için götürdüğüm pilot kalemi eline aldı ve resminin yanına iki tane kuş ve bir tane de balık çizdi. Gülüşmelerin ve atılan imzanın ardından sevinçle kafeden fırladım.
Resmi diğerlerine göstereyim derken serseri yağmur kağıt üzerindeki mürekkebi dağıtmayı başardı. ( Yoksa pilot kalemli bir kağıdı o havaya çıkarmak benim serseriliğim miydi) Evet, gelirken bize eşlik eden yağmur bizi dönüşte uğurluyordu. Tarihi tünel vardı sırada, sonra yine Karaköy, sonunda Üsküdar, Kadıköy. Biz öğle yarısı çıkmıştık okuldan, evlerimize dönünce sanki birkaç saat içinde akşam olmuş gibiydi bizim için. Sırılsıklam üstümüzü, spor ayakkabılarımızı çıkarırken hasta olmayız inşallah diye düşünüyorduk. Ama keyifli, mutluyduk. Çünkü Ara Kafe’deydik, birlikteydik, yağmur yağıyordu İstiklâl’e ve hatırladıkça tekrar yaşayacağımız dakikaları düşünüyorduk.
Mutluyduk çünkü aradığımızı bulmuştuk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder