16 Ocak 2009 Cuma

sebep-sonuc

var olma kaygisi altinda,
varolus sancilari cekerken,
ben bu zincirlerimle,
seni ne kadar ozgur yapabilirim.

26 Ağustos 2008 Salı

plastik dünya


Çok gizli bir yer altı örgütünün çok gizli çalışmaları sonucu kan dökülmeden, insanlar ölmeden toplu katliamların nasıl yapılabileceği keşfedildi: normal olma kavramını dikte etmek. Bunun için derhal bir sözlük hazırlandı. Her şeyin bir açıklaması vardı elbet. Üzgün olduğunu düşünüyorsan ü harfini açıp gerekli yeri okuman yeterliydi ya da aşık olduğun, huzursuz hissettiğin, güvende hissettiğinde. Gerekli bileşenler olduğu sürece sonuçlar her zaman tekti. Ne bir eksik ne bir fazla. Aksini iddia etmek sözlüğün bilimselliğine karşı işlenen bir suçtu ve gereken ceza çevrenin yargı sistemine göre sözlü ya da fiziksel olabilirdi. Oldukça basit bir sistem. İnsanların kendi elleriyle yarattığı eserlerle kendi hayatlarını sürekli mahvedebildiği bu dünyada sisteme kolayca uyum sağlayabileceği muhtemeldi. Her eve yollandı sözlükler. Herkes rahatça ulaşabilsin diye. Özel bandrolünün altında "taklitlerinden sakının" yazıyordu, hiçbir çeşitliliğe yer vermemek için. Merakla açıp baktı eline sözlük ulaşanlar. Aynı şeyi yaptığından habersiz binlerce insan aynı anda aynı sayfanın aynı kısmına göz attı "mutluluk". Ve hepsinde aynı şaşkınlık vardı. Mutlulukla ilgili açıklama sayfalarca sürüp gidiyordu. Bu durumdan herkes hoşnuttu. Daha önce hiç düşünmedikleri binlerce mutluluk çeşidi bu garip klavuzumsu kitapta önlerine serilmişti. Ve ilk günden itibaren herkes mutluluk sayfasını açıp ezberlemeye başladı yazılanları. O günden itibaren konuşmaların bir numaralı konusu olacaktı bu. "mutlu olmak için şöyle yapmalı böyle yapmalı" içeren bir sürü cümle. Çok gizli yer altı örgütünün çok gizli çalışanları için bile süpriz olmuştu eserlerinin bu türlü bir başarıya bu kadar çabuk ulaşması. İnsanlar yemi kolay yutmuştu. Sistemin kendi güvenliği için en çok üzerine düşülmüş olan Mutluluk maddesi işe yaramıştı. İnsan olmanın kimyası gereği sürekli mutluluk peşinde olanlara geniş seçenekler sağlayan sözlük sayesinde başka arayışlara fırsat vermemişlerdi. Arada çıkan birkaç isyankarın sorgulama hevesini de toplumun kalan kısmı hemen okunmaktan aşınmış sayfayı açıp yüksek sesle okuyarak bastırmaya çalışıyordu "paran var evin var arkadaşların var...." "her şeyin varken mutsuz hissetmeye hakkın yok hadi somurtmayı kes!".

dünyevi tatta güzel bir günün ardından
herzaman aynı yere koyduğum huzurumu bulamadığımda
oda daha küçük, ışık daha parlak, pencereler korkutucu, dolap tehditkardı
o an her şey mümkündü
ve titremeler, korkudan değil hatta korkusuzca
bedenimin isyanıydı bu
yıllarca zorla yedirmeye çalıştıklarımı kusuyordu
sarsıla sarsıla
ara ara kulağıma çalınan bildik ses rutinsel törenini yapıyordu
beni yatıştırma amaçlı olsa da
"senden kötüleri düşün" kilişelerini bedenim tedavi olarak kabul etmiyordu
isyan çok daha büyüktü
anormal olanın manifestosunu bildirecekken
ikna yollarının tıkalı olduğunu farkeden diğerleri
kalemin duvarlarını yıkıp içeri girdiler
kanallarımı zehirlediler
boğazımdan kayıp giderken beyaz mucizeleri
az zamanımda tekrar ayıldığımda her şeyi hatırlamak için
bildiklerimi beynimin güvenli bir yerine kitlemeye çalıştım
işe yaramayacaktı
yavaş yavaş uyuşurken belleğim
kendimi çoktan oluruna bırakmıştım
eskisi gibi

11 Ağustos 2008 Pazartesi


Hayata anılarla başlamıştık.

Umursamazlık ile hayatlarımızı gereğinden fazla ciddiye alarak yaşamak arasında gidip geldik.

Birbirimize selam vermeden yan yana yürüdük.

Birinci tekil şahıs olmak en son güvencemiz, ilk amacımızdı.

Amaçlarımızdan saptık.

Kimine göre sapıttık.

Saatler ilerledikçe ellerimizdeki titremenin yerini kararsızlık aldı.

Kararsızlıklarla alınmış kararların hayatımıza getireceklerinden
şüpheliydik.

Çoğu zaman kesin sözler söyledik aslında.

Zıtlıkların dikkat çekmediği bir yerde yaşıyorduk.

Gerçeklik, kolumuzdan çekip götürdü bizi.

Hayaller, intihar konusu.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

çünkü yağmur yağıyordu istiklâl'e..

Hatıra dediğimiz olay anlara canlılık veren asıl renklerden ziyade sepyadır biraz. Özellikle filmlerde, eski fotoğraflarda biraz daha böyledir. Hatıralara sahip olan değil de o filmlere, fotoğraflara bakanlardansak eğer, o insancıklar o anları sepya renklerinde yaşamış düşüncesinden öteye götüremeyiz tasavvurlarımızı. Bir de insan dediğimiz olay var.. Günler, aylar, yıllar derken inançları, idealleri ve çocukluğuyla arasına acımasız soğukluklar sokar. Hem de yaşamın farkında olamadığı, stres dolu, tatsız tutsuz anların ruhlarından silip götürdükleri neticesinde. Ve bütün yaşanmışlıklar, bir takım değerlerin değişmesiyle, hatıraları yaşayanlar için de sepyadır nihayetinde…
Şimdi hep beraber birkaç yıl öncesinde, hatıralar arasına nakşettiğimiz karelerde,Ara Cafe’deyiz. Bir arayış içinde, yine aynı bordo kravatlarla, okul firarisi havalarında İstiklal Caddesi’ndeyiz. Hava biraz soğuk sanki. Dersaadet’in yağmur renkleri hakim hala o anlara: mavi, gri, gümüş.. Yağmur altında yürüye yürüye yorulan bacaklarımız, soğuktan çatlayan ellerimiz ve kızaran kulaklarımız açısından bakarsak bu sıcak mekân tam da aradığımız yer. Ara Cafe loş turuncu. Camlardaki vitraylar hala canlı: kıpkırmızı, masmavi. Mobilyaların koyu kahverengisi bile capcanlı ve duvardaki fotoğraflar..
Beş kişi Ara Güler’in oturduğu masanın tam yanındakine dizildik. Ben her zamanki açlığımla, gerçek ve normal birer mideye sahip olan masadaki insanların aksine Türk kahvesiyle yetinemeyip, lezzetli ve hacimli bir tavuk gratenle mekanın tadını çıkardım masada dönen muhabbetlere eşlik ederek. Uzun bir bekleyişten sonra Ara Güler bizi röportaj için beklettiğini hatırladı ve röportajımıza başladık.



Bilge: Bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Ömer: Randevusuz geldik ama…
Ara Güler: Söyleyin bakayım şimdi ne yapacağız?
Ömer: Biz ‘İz’ diye bir dergi çıkarıyoruz.
A.G: Ne ‘İz’ mi ?! Ben koskocaman ‘İz’ diye dergi çıkarıyorum görmedin mi?
Hep bir ağızdan öğrenciler panikle: Bu okul dergisi… Bizden önce de böyleydi yani.
A.G: E sen de çıkarma başka isim koy.
Bilge: Ama biz senelerdir çıkarıyoruz okul dergisi bu yılda bir kere çıkarıyoruz.
A.G: He, tamam o zaman. Okul dergisiyse boş ver, yoksa müşavirim peşine düşerdi.
(Diyerek, yanımızda götürüp röportajın başında masaya serdiğimiz eski yılların ‘İz’lerine göz ucuyla bakıp gülümsedi.)
Ömer: Bu arada derginiz çok süper. Ben alıyorum iki aydır. Türkiye’de yok böyle bir şey. Bu boşluğu doldurdunuz.
Ezgi : (İkbal ve Ömer’i göstererek) Arkadaşlar da fotoğrafçılıkla ilgileniyorlar. Dergimizde fotoğrafçılıkla ilgili bir bölüm hazırlamak istedik. Aklımıza gelen ilk isim siz oldunuz.
A.G: Koy bakayım, et bakayım söyleşini. Ne diyeceğiz?
Bilge: Üniversitede iktisat fakültesinde okumuşsunuz sonra fotoğrafçılığa yönelmişsiniz…
A.G: Heh bana bak Çetin Altan da hukuk fakültesinde okudu ama avukatlık yapmadı. Bir sürü herif var, mimar, kimya mühendisi, elektronik mühendisi… Hiç biri mesleklerini yapmadılar anladın mı?
Ezgi: Peki siz neden fotoğrafçılığı seçtiniz?
A.G: Ben fotoğrafçılığı sonradan seçmedim ki. Ben fotoğrafçıydım zaten lisedeyken de. Fakülteye girerken foto muhabirliği yapıyordum. Muhabirliğe Hayat Mecmuası’nda başladım.
Ömer: Sonra Time’da çalışmaya başlamışsınız galiba?
A.G: Evet. 1956 da Time Mecmuası’ndan teklif geldi. Bu sayede Türkiye bürosunu açtılar. Orada çalışmaya başladım.
Ömer: Magnum ajansında da bulunmuşsunuz.
A.G: Magnum bir bok değildir. Magnum bizim gibi bir takım isim yapmış fotoğrafçıların kurdukları ve kendi malzemelerini dağıttıkları bir şirkettir. Bizim malımızı kendi malı gibi dağıtan bir yerdir.
İkbal: Fotoğrafları paylaşım mekânı gibi bir yer mi?
A.G: He, evet. Patron biziz, bizi kim kovar?
Ömer: Nasıl o kadar ünlü fotoğrafçılarla çalışma fırsatı buldunuz?
A.G: Ben onlardan da ünlüyüm
Afallayan Ömer: Tabi canım siz de ünlüsüz baya.
A.G: Neresi ünlü lan onların?
Ömer: Nasıl bu kadar ünlü oldunuz?
A.G: Niye olmayayım?
Ezgi: Dünyaya açılmanız nasıl oldu? Türkiye’den çıkışınız…
A.G: Hakiki büyük gazetelerle çalıştım. Hürriyet’te çalışsan bir bok olmaz ki, Hürriyet Türkiye’de
çıkan bir gazete. Çalışsana bakayım Life’ta, 11 milyon satıyor. Hehehe, sen ne diyorsun ya?
Bilge: Yurt dışındaki gazetelerle ilk bağlantınız nasıl oldu?
A.G: Ben onları aramadım, benim röportajlarım çıkıyordu bir sürü yerde, onlar beni buldular.
‘Bizim muhabirimiz olur musun ?’ dediler, olurum dedim.
İkbal: Çok ünlü isimlerle çalışmışsınız; Picasso, Winston Churchill, Dustin Hoffman…
A.G: Çalışmak değil de fotoğraflarını çektim, röportaj yaptım sonra arkadaşlık kurdum.
İkbal: Unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?
Bilge: Mesela Picasso ile ilgili?
(Ve Ara Güler bizi azarlar)
A.G: Koskocaman kitap var, alıp okusanıza be!
Bilge: Alırız, okuruz da sizin ağzınızdan bir başka olur.
A.G: O kadar güzel yazmışım ki okuyun oradan, beni de eziyete sokmayın. Ne anlatıyım?
İkbal: Peki Salvador Dali –
A.G: Hepsi aynı kitapta var. Neydi kitabın adı unuttum şimdi. Hım… ‘Yeryüzünde Yedi İz’
Ömer: Bir de İstanbul’la ilgili ‘Yitirilmiş Renkler ‘ adlı bir kitabınız daha vardı. Ben piyasada çok araştırdım fakat bulamadım hiçbir yerde.
A.G: Onu hiç bulamazsın. Yok artık bitti, bende bile yok. Ama o zamanın İstanbul’u benim kitaplarda kaldı. Çoğu tükendi zaten, yeniden basılacak. Aslında ben basmayın diyorum, çünkü para vermiyorlar.
Ömer: Türkiye’de böyle zaten, emeğe karşı saygı yok. Fotoğrafları yayımlanan birçok sanatçı
parasını alamıyor.
A.G: Bu memlekette böyledir, bu işlerden para olmuyor. Amerika’da şu ana kadar yaptıklarımla şato alırdım. Türkiye’nin kapasitesi bu.
İkbal: Zaten fotoğrafçılık pahalı bir meslek herkes yapamıyor.
A.G: Bir kere zengin çocukları fotoğrafçılık yapar. İmkân yoktur yoksa, film parası falan. Mesela sen şimdi Hindistan’a gidiyorsun, altı ay kalacaksın, ben böyle röportaj yaparım.
İkbal: Masraflar size mi ait oluyor bu tip işlerde?
A.G: Mesela masraflar sana ait. Şimdi bak, Hindistan’a gidiyorsun, günde 10 rulo çeksen 4 ayda kaç rulo eder?
İkbal: 1200 rulo
A.G: 1200 rulo film al bakalım buradan. Kaç lira tutar?
Bilge: Yaklaşık 6 milyar ediyor.
A.G: Bak daha gitmedin burada oturuyorsun, 6 milyar para harcadın. Yani bu iş eve para götüreceğim diye düşünüp de yapılacak iş değil. Bugün yaptığın işin semeresini belki bir, bir buçuk yıl sonra çıkarırsın. Kazanmazsın.
İkbal: Peki siz birisinden maddi destek gördünüz mü?
A.G: Zengin piçiydim ben.
Ömer: Biz de okulda fotoğrafçılık kulübü açmaya niyetlendik. Birkaç arkadaşımızın dışında ilgilenen olmadı. Özel okullarda bu tip faaliyetlere destek var. Ama biz destek göremiyoruz. Devlet desteği falan da yok.
A.G: Umurlarında değildir. Bir futbol maçı aç oynat daha çok ilgi toplarsın. İşte baksana televizyona, bunlar da entelektüel sözde. Açıyorsun televizyonu on kanalın altısında futbol veya magazin var. İyi ki desteklemiyor, devlet bir yere karıştı mı boku çıkar zaten.
Ezgi: Magazin gündeminde olan biriyle röportaj yapılsa insanlar daha fazla ilgi gösterir.
Bilge: Birçoğu popüler kültürle ilgileniyor zaten.
A.G: Popüler kültür diye bir bok mu varmış?
(Gülüşmeler :)
İkbal: ‘İZ’ adında bir televizyon kanalı çıktı bu aralar. Bir tek o var Türk belgesel kanalımız.
(Kanalın genel direktörlüğünü Coşkun ARAL yapıyor.)
A.G: Ulan Coşkunum benim asistanımdı. Şimdi evvela yayınladıkları benim filmimdi. Ama hiç görmedim, merak bile etmedim.
Bilge: Lise yıllarınızda kurduğunuz hayalleri gerçekleştirdiniz mi? Şuan olmak istediğiz yerde misiniz?
A.G: Muhakkak yapmışımdır. Ben istediğim gibi yaşadım, istediğim yerdeyim. Ben kendi dünyamı yaşıyorum, kimseyi takmam.
(Ve İkbal teknik konulara girer.)
İkbal: Bazı dergilerde dijital fotoğraf makinelere karşı olduğunuz yazılıyor.
A.G: Esasında dijital de her şeyin devamıdır. Eskiden Zageroptik, lak film vardı. Sonraları jelatin film çıktı. Bu da onun gibi bir şeydir. Şimdi daha kolay fotoğraf çekebilirsiniz. Daha deneme aşamasında. Elli sene sonra dijital makineler çok daha iyi olacak. Bitecek yani bizim kullandığımız makineler.
Ömer: Siz hep Leica kullandınız değil mi?
A.G: Evet hep Leica kullandım. Yalnız Leica kullanmıyorum, çok makinem var, her birinin işi başka. Mesela Hasselblad 6*6 orta format çekersin. Eğer müzede çekim yapacaksan Sinar kullanırsın.
İkbal: Peki hiç kurgu çalıştınız mı? Yoksa insanları doğal halleriyle mi yakalıyorsunuz?
A.G: Ben insanları hep doğal anlarıyla yakaladım. Zaten herif seni bilse güzel durur, tabii durmaz.
Ömer: Özellikle kullandığınız makineler benim dikkatimi çekti. Genellikle gösterişsiz basit görünümlü makineler ile çalışmışınız.
A.G: Fotoğrafçılıkta fiyaka mevzu değildir. Saklanmış adamdan fotoğrafçı olur.
Ezgi: İnternette okumuştum; ‘Fotoğrafını çekeceğim kişiye poz verdirtmem onlar farkında olmadan çekerim.’ demişsiniz.
A.G: Evet. Ben seninle karşılıklı otururken on tane fotoğrafını çekerim. Sen farkına bile varmazsın.
Bilge: Sizin bir fotoğrafınız vardı. Meyhanede bir sarhoşu çekmiştiniz.
A.G: Hah, işte... Bir kere bizimkiler öyle yerlere gitmez, bilmez öyle yerlerin var olduğunu. Hâlbuki ben sosyete çocuğu olduğum halde bilirim, onlar bilmez.
Ezgi: Oyun yazarlığı ve rejisörlük de yapmışınız.
A.G: Hikâye yazardım.
İkbal: Kitabınız da vardı. Bâbil-
A.G: ‘Bâbil’den Sonra Yaşayacağız.’
Ezgi: Oyunlarınız hiç sahnelendi mi ?
A.G: Hayır. Onları gençliğim de yazmıştım. Gençliğinde her şiir yazan kendini şair zanneder.
Bilge: Ne anlatıyordunuz oyunlarınızda?
A.G: Çok uzun zaman oldu, unuttum gitti.
İkbal: Peki son bir soru fotoğrafçılık sizin için bir tutku mu? Hala çıkıp fotoğraf çekiyor musunuz?
A.G: Tabi tabi, çıkıp çekiyorum ama artık yaşlandım çabuk yoruluyorum. Bir tünele takılıyorum, orda yemek yiyorum sonra bir bakmışım akşam olmuş...

O an için bize çok kısa gelen röportaj vakti ( daha sonra röportajı kağıda geçirmek saatlermizi alacaktı ) sona ermiş; biz paltolarımızı, şemsiyelerimizi, çantalarımızı, o güne ait hatıralarımızı toparlayıp giderken birden yanımdakileri durdurdum. Birşeyi yapmadan gidersem içimde kalabilirdi. Röportajdan önce üzerine bir şeyler çiziktirip çantama attığım kâğıdı alıp Ara Güler’in masasına yöneldim. Yan masada röporyaj anını saatlerce beklerken, kendi aramızda konuşmanın gidişatını tasarlarken, kahve içerken, yağmurun vitraylı pencerelere uğrayışını izlerken, kendi aramızda fotoğraf çekilirken, işte öyle bir arada, masanın üzerine serilen defterlerden bir yaprak koparıp sol çaprazımda duran fotoğrafçıyı kabataslak çizmeye kalkışmıştım. Resmin niteliği tartışmaya açık tabi. Son birkaç çizgiyle tonton bir dede halini alan Ara Güler resmi elimde yanına eğilip “ Gitmeden bir resim göstermek istiyorum. Siz beklerken birşeyler çizmiştim. Bir bakarsanız-“
Sanatçı resme uzaktan bakınca ne olduğunu çıkaramadı önce. Eline aldığında ise yüzüne sevimli bir gülümseme yayıldı. İmzalamak için götürdüğüm pilot kalemi eline aldı ve resminin yanına iki tane kuş ve bir tane de balık çizdi. Gülüşmelerin ve atılan imzanın ardından sevinçle kafeden fırladım.
Resmi diğerlerine göstereyim derken serseri yağmur kağıt üzerindeki mürekkebi dağıtmayı başardı. ( Yoksa pilot kalemli bir kağıdı o havaya çıkarmak benim serseriliğim miydi) Evet, gelirken bize eşlik eden yağmur bizi dönüşte uğurluyordu. Tarihi tünel vardı sırada, sonra yine Karaköy, sonunda Üsküdar, Kadıköy. Biz öğle yarısı çıkmıştık okuldan, evlerimize dönünce sanki birkaç saat içinde akşam olmuş gibiydi bizim için. Sırılsıklam üstümüzü, spor ayakkabılarımızı çıkarırken hasta olmayız inşallah diye düşünüyorduk. Ama keyifli, mutluyduk. Çünkü Ara Kafe’deydik, birlikteydik, yağmur yağıyordu İstiklâl’e ve hatırladıkça tekrar yaşayacağımız dakikaları düşünüyorduk.

Mutluyduk çünkü aradığımızı bulmuştuk.


24 Mart 2006
02.30


14 Temmuz 2008 Pazartesi

loud and clear şarkısını bana armağan edin

Sevgili okurlar şimdi görecekleriniz, okuyacaklarınız tamamen hayal ürünüdür; gerçek hayatta denemeye kalkmanız tehlikeli olmakla birlikte , yok ben illa denicem derseniz tahminimce akl-ı salim bir yoldaş, ağlayacak bir omuz edinmeniz gereklidir.

Seni düşündüğüm zaman sol koluma bir ağrı giriyor. Gözlerimi usulca yumup saatlerce nereye gittiğimi bilmedikten sonra birden yırtılıveriyor gözkapaklarım; hadi ben olmayı geçtim de başkaları için bir evlat, bir dost, bir kardeş, bir rakip, bir kantinden ayvalık alan öğrenci, bir yoldan geçen insan, bir yan odada gürültü yapan kız, trafikte kırmızıda koşan vatandaş, yolda çocuk görüp başını okşayan abla olmam gerektiğini hatırlayıp maddeler dünyasına dönüveriyorum sancılı saatlerden sonra.

“Konuşmamız gerek, bu gece, bu saatte” diye mi çaldım kapını az önce? Seneler boyu tutup tutup kimseye anlatılmayan şeyleri sana bu gece bir çırpıda anlatabileceğimi zannederek konuşmamız gerektiği konusunda ısrar etsem de, boşver sen; rahatsız ettim gidiyorum. Konuşmayacağız, bana en çok koyan şey de asla neler olup bittiğini, tasavvurlarımda neler olup neler bitirdiğini bilmeyeceksin. Bu ikilem tıpkı, olumsuz bir vaka karşısında ellerin terleyip vücudun soğuyarak bir çıkış yolu bulmaya çalışırken, bir an kalbin durup “ ah buldum” düşüncesine kapılmak, ama saniyeler sonra, bulduğunu sandığın çıkış yolunun çoktan imkansızlıklarını bulup onu elemiş olmanı hatırlaman ve sonra ellerinin nemlenmeye devam etmesi gibi bir şey.

Peki neden onca an değil de, şimdi sen yeni bir hayat kurmanın eşiğinde, asla giremediğim ve girsem de kendi kendime yaratacak olmam muhtemel korkulardan ve yüksek doz paranoyalardan fazla yaşayamayacağım o hayatını biriyle paylaşmak üzereyken; hırslı, gözü yükseklerdeki kadın görüntümün altındaki sakat ve üstelik kör tarafımı kapına getirip vicdanının üzerine salmaya çalışıyorum? Onu senle tanıştıracağım, bunları anlatmak için başlangıç yapacağım anı (o lanet anın da senin de gelmeyeceğini alttan alttan bile bile) beklemeyi; evlilik çağına kadar, evde kalana kadar değil, bir ömür beklemeyi kabullenmiş olmama rağmen; aynı süre zarfı içerisinde senin elbette beni beklemeyeceğin ve işte tam da böyle evlenebiliyor oluşun gerçeğini şu dakikaya kadar hiç hesaplamamış olduğum için.

Bir sabah babam sol kolundaki ağrıyla uyandı. O kış sabahında kalp krizi teşhisi konuldu.
Ben o tutup tutup kimseye anlatmadığım, sessiz yılları başlatan günden beri
hergün kalpkrizi geçiriyorum…

7 Temmuz 2008 Pazartesi

planlarım yok artık, ne kalkanım, ne kılıcım
küçük kayığımı savururken dalgalar
uzaktan el sallıyor büyük gemi umutlarım
nedir bu acı?
zamansız ve cürretkarca anlamsız
krallığımdan boy gösterirken, gösterişin gömleklerini kat kat giymiş zannederken
çıplaklığımla alay ediyorlar
susun! diyorum, başını dışarıya uzatmaya çalışmış son damlayı da içime akıttıktan sonra
siz beni güçsüz mü sandınız?
sessizliği bozan bir kırılma sesi ve bir öteki
yıllarca biriktirdiğim, kavonoz kavonoz hüzünlerim
hepsi zamana teslim oluyor, güçsüz bedenimi sarıp sarmalıyor.
bu seyirlik dünyada gözden ırak bir yer var mıdır, mahremiyeti özgür kılan?
penceresiz, ışıksız mıdır?
belki cesaret ettiklerim olacaksın, cesaretsizliklerimin arka planında
yarısını okuyup öğrendiğim, geri kalanı ezberden hayallerle mükemmelleştirdiğim
tek şahidim olarak.

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Mektup

Kıskançlık kötü şeymiş. Hayatımda ilk defa tadarak, tadından pek de hoşlanmayarak, çello çalmaktan uçları parçalanmış parmaklarıma, orantısız ellerime bakıp yaptıklarımı sayıyorum teker teker. Sonra kafamdaki sen hesap soruyorsun benden gözlerinle. Daha yeni mi hesaplaşmaya başladın kendinle, neden olduğun onca saçmalığa rağmen dermişçesine. Ama bilirim, sen demezsin bu kadar acımasızca. Acımasız olmayışın bile mahveder sonra beni, tükenirim.
Geçmiş sayfalardan fırlayarak tekrar bir 'parçan' olmaya çalışmak değil yaptığım, sadece aklımdakileri dökmek 'sanal' kağıtlara. Ne de kolay burada yazdıklarını silmek.. Gerçek kağıt öyle değildir halbuki. Ne acı. Yazmadıklarımı bile silemem ben. Umarım yazdıklarım/yazmadıklarımla olumsuz herhangi birşeye yol açmıyorum. Hayatın çok daha güzel olacağını müjdelemek için burdayım. Müjdelemek kolay, inandırmak ise pek güç. Bilirsin, ben inanana kadar kaç kağıt parçalandı, kaç şişe bitti, kaç sigara ciğerimde yer edindi, kaç insan üzüldü ve kaç insan sevindi.. Ama senin inanacağını, içten içe inandığını, hatta artık tam anlamıyla inandığını, inanmaya devam ettiğini sanıyorum.
Artık kaçmalar, pes edişler söz konusu değil. Epey geç de olsa. Eski bir dostun, en azından eski bir tanıdık yüz olarak buradayım, burada olacağım. Her ne kadar artık inandırıcılığımı yitirmiş olsam da..
Umarım öbür dünyada hayatımda yaptıklarımın karşılıklarını adil bir şekilde görürüm. İyisinin de, kötüsünün de.. Ama hele ki kötüsünün.. Fazlasına razıyım, eksiğine asla.